top of page

Yurdumu ve Türkçeyi çok sevdim.​

BEN, HÜSEYİN TOPTAŞ​

Hüseyin Toptaş

​​​​​​1949: Bir ara adı Gümüşgün olsa da ben Isparta’nın Baladız köyünde doğdum.

Adının birkaç yıl önce yeniden Baladız olmasına çok sevindim.

1954: Babam öldü, acıyla tanıştım. Yaşamım boyunca Jean Paul Sartre gibi,

babama kızdım. “İnsan hiç 34 yaşında ölür mü; eşini gözü yaşlı, biricik oğlunu yetim bırakır mı?” dedim. Bu yüzden benim hiç babam olmadı. Ben, hep “baba” olmak için uğraştım. 

 

1955 - 1960: Baladız İlkokulu, Konya Ayrancı Derbent İlkokulu, Salihli Adala İlkokulu ve Isparta İstiklal İlkokulu. 

 

1960: Isparta İstiklal İlkokulunu “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu?” marşıyla 27 Mayıs İhtilali’ni karşılayarak bitirdim. 

 

İhtilallere karşı olduğum ilk aşıydı bu. 

 

1960 -1963: Antalya Elmalı Ortaokulu yıllarım. 

Kara çarşafı, bağnazlığı, dostluğu, arkadaşlığı, gördüm. 

Âşık oldum. 

Her yaz Baladız’a gittim; dedelerimi, nenelerimi, dayılarımı, halamı, amcalarımı, toprağı, tarlayı, bağları bir konuk olarak bir gözlemci tutumuyla tanıdım; sevdim. 

   

Hep Elmalılı oldum. 

Elmalı’da annemle bütünleşen mahallemizi, mahallemizin dostluklarını hiç unutmadım. 

Elmalı’yı “bir ilçeyi sever gibi” sevdim. 

 

1963 -1967: Nazilli Öğretmen Okulu yıllarım. 

Yemek seçmemeyi, yürekli olmayı, isyanı, kendimi sorgulamayı, okumayı öğrendim; klasik Batı müziğiyle tanıştım. 

   

Elmalı’yı ve annemi çok özledim. Yüz binlerce düş kurdum. 

 

"Gönlü gördüğü her güzele nişanlı 

Öylesine bir şair, öylesine bir delikanlı”ydım. 

 

Berduşluk yaptım, gizli gizli kumar oynadım, gizli gizli rakı içtim, gizli gizli okuldan kaçtım, sabahçı kahvelerinde bir demli çayla sabahladım. Aşkın coşkun sellerde sürüklediği gizemli bir Ahmet Haşim şiiriydim. Anlayan iyi anladı, anlamayan benden uzaklaştı.

 

1967 -1970: Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü, Türkçe Bölümü. 

Dedemden kalan birkaç dönüm tarlanın her yıl birini sattık, buradan gelen paralarla ve annemin Elmalı “ağa” evlerinde baklava açarak kazandığı üç beş lirayla okudum. 

   

“1968 kuşağı” olmanın sağladığı bütün erdemleri edindim, bütün acılarını yaşadım. Dövüldüm, tutuklandım, hapse girdim. 

   

“Buzbağ” şarabını, yurdumu ve Türkçeyi çok sevdim. 

   

Hep: “Yurdumsun ey uçurum!” dedim. 

   

Aşk acısı çektim, Fuzûlî’yi kendime yakın bulmam bundandır. 

 

1970 -1975: Varto Ortaokulu (Lisesi) Türkçe öğretmenliği. 

   

Varto: Halk olmanın hırçın güzelliği. 

 

Bir ilçe olarak Elmalı’yı çocukluğumun özüne yerleştirmiştim; Varto’yu gençliğimin, kişiliğimin ayrılmazı yaptım. Çok yoksulluk gördüm, depremin yıkamadığı lojmanın duvarlarını kahrımdan çok yumrukladım. İncecik lastik ayakkabılarıyla, eften püften giysilerle birkaç kilometrelik yolu, bir metre karın içinde okumak uğruna yürüyen çocukların buz tutan kaşlarını, kızarmış yanaklarını, akan burunlarını sevdim. Deprem yardımı için gönderilen “süt tozu”yla evinin duvarlarını boyayan insanları, neye yaradığını bilmediği “sutyen”i kışın, eksi yirmi derecede kulaklarını korumak için kullanan kız öğrencileri ve kadınları Cemal Süreya’dan çok önce gördüm; her yerde anlattım. 

   

Varto: Yoksullukla insanlığın oluşturduğu dostluk sofrası. 

 

1972: 12 Mart Muhtırası. 

İhtilal aşısı işe yaramadı. İşkence gördüm. Tutuklandım. Diyarbakır’da, Askerî Hapishane’de hapis yattım. “Denizler”in idamını, Sinanların ve Mahirlerin vuruluşunu hapiste gözyaşı voltalarıyla yüreğime kazıdım. İbrahim Kaypakkaya’nın bileklerinden akan kanı görmedim ama yirmi metre ötemdeki bir hücrede yattığını öğrendim. Ne çok insan tanıdım! 

 

1973: Hapisten çıktım, görevden alınmıştım, parasızdım ve annemin kanser olduğunu öğrendim. 

 

1973: Annem öldü.

Ali Toptaş’la evlendikten dokuz yıl sonra, tekkelere adaklar adayarak bulup doğurduğu, adını nüfusa “Hüseyin Toptaş” olarak yazdırdığı ama hep “Memedim” diye sevdiği biricik oğlunun Belma’yla evlendiğini göremedi; Helin ve Heval’i “torunlarım” diye sevemedi. 

 

1973: Varto’da yeniden göreve başladım. Bizi göreve başlattığı için Millî Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ (Anısı hep yaşasın.) hakkında soruşturma önergesi verildi. TBMM kürsüsünde adımız geçti. Adımın TBMM’yle hiç de uyumlu olmadığını o gün anladım.

 

1975: “Eğitim Enstitüsü Öğretim Üyeliği Sınavı”nı kazandım. 

Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde göreve başladım. Gençtim, sınıfa ilk girdiğimde öğrenciler beni “öğrenci” sandılar, ayağa kalkmadılar. 

   

Erzurum’da Belma’yı tanıdım, Belma’yla asıl “kimya”ma döndüm, bütün aşklarımı Fuzûlî’nin şiirlerine gömdüm ve Belma’ya âşık oldum. “Dünyaya yeniden gelsem yeniden evlenirim.” dediğim kadınla 11 Haziran 1975’te, Ceyhan’da evlendim. 

Belma’yla gökyüzü ve lalenin altında, “sıkılmış bir yumruk gibi” girdik hayata. 

Belma: Yüreğimin, “annem” olan, en güzel, en anlamlı parçası tamamlandı. 

Dört baldızım, bir kayın biraderim, bir annem oldu. Hepsini çok sevdim. 

Annemin benden başka çocuğu olmamıştı ama 1957’den başlayarak bana kardeşliği cömertçe sunan üvey babamın çocukları Ali ağabeyimi (Ali Türkoğlu), Havva (Türkoğlu, Aslan), Fatime (Türkoğlu, Güven) kardeşlerimi, onlarla birlikte çektiğimiz onca acıyı, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın düş duvarlarına kazıdım. 

   

Havva, birdenbire, bir “Hoşça kal!” bile diyemeden, genç yaşta öldü; ölüm Havva’ya hiç yakışmadı. Çocukluğunda öz abisinden ayırmadığı beni yani “Mehmet abi”sini Elmalı sokaklarına ütüsüz pantolonla çıkarmayan Havva’yla yüreğimin bir yanı da öldü. 

   

2024'te bu kez Fatime öldü. Kanserden çok çekti, iyiydi, "İyi olacağım ağabey, merak etme." demişti iki gün önce telefonda. Olmadı. Fatime'nin ölümüyle bir kez daha yıkıldım.

   

Arkadaşlarıma hep “kardeş” yakınlığıyla bağlandım. Bu yüzden, çok incindim; kırıldım. Kopunca tam koptum, bir daha dönüp ardıma bakmadım. 

 

1976: Helin doğdu. Yüreğimin “annem” olan bir parçası daha tamamlandı. Helin’in saçlarına, yüzüne, gözlerine “annem”i gizledim. 

 

1976: Dört buçuk aylık Helin’i 1972 model Anadol’un arka koltuğunda büyüterek İzmir’e göçtük. 

 

1977 - 1981: Buca Eğitim Enstitüsü (Fakültesi) Türkçe (Türk Dili ve Edebiyatı) Bölüm Başkanlığı. 

   

Danıştay’a açtığım davayı kazandım. Danıştayın: “Bu adam, yüksekokul öğretim üyeliğini sınavla kazanmıştır. Bu, onun anayasal hakkıdır. Ona ortaöğretimde görev veremezsiniz.” anlamına gelen kararıyla ve Millî Eğitim Bakanı Necdet Uğur’un (Anısı hep yaşasın.) onayıyla Buca Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde göreve başladım. 

   

Okul, olaylar yüzünden kapalıydı. Okulu açtık. 

Uzun, yorucu, belalı, zor yıllardı. 

Kahraman doğmasak da olaylar ve yaşam bizi kahraman yaptı. Korkunun son sınırı olan cesareti o yıllarda çoğalttık. 

   

O yıllardan bende kalan, vücudumdaki birkaç kurşun ve yıllarca gördüğüm kâbuslardır. 

 

1978: Heval doğdu. Yüreğimin “annem” olan bir başka parçası daha tamamlandı. Heval, zor yıllarımın armağanıdır bize; bu yüzden, hırçındır; zordur. Heval’e “annem”i değil kendimi gizledim. 

 

1982: İltek Dershanesi ve Yaşar Yazıcı. 

Yaşar Yazıcı: İyi bir dost olan, konuştu mu yüreğiyle konuşan, Hopa kadar yağmurlu, Hopa’daki fındık bahçesi gibi toprak kokan, evinin önünden geçecek yolu özleyerek 1984’te, genç yaşta ölen ilk ve tek patronum. Anısı hep yaşasın. 

   

Yaşar Yazıcı’nın: “Gel, İltek’te Türkçe öğretmeni ol.” önerisine “Olur.” dedim. İstifa ettim. 

Yaşamımın önemli bir kırılması da İltek’tir. 

Batı Dershanelerini birlikte kurduğumuz arkadaşlarımın çoğunu burada tanıdım. 

 

1982: 12 Eylül Darbesi. 

İhtilal aşısı, son ihtilalde de etkisizdi. Tutuklandım. Acıyı yaşadım. İşkence gördüm, hapiste yattım, idam haberlerini okudum, açlık greviyle örsenlenen beyinleri gördüm. 

Yaşamak, bu yeni “acılar”la yeni bir anlam kazandı.

 

1986: Batı Dershanelerini kurduk. 

 

1986 - 2010: Yirmi dört yıl. Kızlarım, Ali Kılınç’ı, Kadir Gülcü’yü, Nevzat Demirbaş’ı, Mustafa Sarıtaş’ı (Anısı bizimle yaşıyor.), Ramazan Karakale’yi hep “amca”; Zarif Pekol’u, Hale Pekerten’i hep “hala”, Türkân Aydın’ı (Anısı bizimle yaşıyor.) da hep “teyze” bildi. 

 

İşte, yıllar böyle geçti.

 

2011: Bir torunum oldu: Ali Derin Çelikbilek. Bir yanı Can, bir yanı Helin. Sigarayı bırakalı yirmi yıl geçti, şimdi torun tiryakisiyim.

 

2012: Batı Dershaneleri, 2011’de son yılını yaşadı; sessizce, bir ırmağın kimse görmeden kuruması gibi, yaşamımızdan çıktı. 

 

Ben yine Türkçeyle, TÜRKÇE DERSLERİ kitabımla baş başa kaldım. Kitabımı tamamladım. TÜRKÇE DERSLERİ 2016‘nın Eylül’ünde Papatya Bilim Yayınlarından çıktı. 

 

2016: Bir torunum daha var: Nil Sena. Torun tiryakiliğim arttı.

  

Yayımcımın isteğiyle TÜRKLER İÇİN TÜRKÇE DİLBİLGİSİ adlı yeni kitabımı yazdım, torunlarıma adadım. O da 2019’da yayımlandı.

 

2020: Covit19 salgınıyla eve kapandık. Facebook’ta yayımlanan yazılarıma eklemeler yaptım; DOSTLAR, ANILAR, KİTAPLAR kitabını yazdım. (Bu kitabı burada yayımlıyorum.)

 

ÖSYM sınavlarına hazırlık için “Yazın Bilgileri” adıyla yazdığım kitap, Paragrafın Şifresi Yayınlarından EDEBİYAT EL KİTABI, sorularım da EDEBİYAT SORU BANKASI adıyla yayımlandı.

 

OKUDUĞUNU ANLAMA adlı kitabım da bitmek üzere. Ne zaman yayımlanır, hangi yayınevi yayımlar; bunu şimdilik bilmiyorum.

 

Şimdi mi? 

Şimdi okuyorum, yazıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum. 

   

Yeni bir kitap yazar mıyım? 

Bilmiyorum.

bottom of page