top of page

DOSTLAR, ANILAR, KİTAPLAR

ALTINI ÇİZDİĞİM YERLER-2

EY DOSTOYEVSKİ

Sen bir "BUDALA"sın

Buca Eğitimde, Batı Dershanelerinde öğrencilerime Dostoyevski’nin Budala’sına yönelik “okuma isteği” uyandırmak için: “Bir insan düşünün, daha yirmili yaşlarında, üstelik ‘sara’ (epilepsi) hastası. Mahkeme kurşuna dizilerek idamına karar veriyor. Sabaha karşı uyandırılıyor, kurşuna dizileceği duvarın önüne getiriliyor, gözleri bağlanmıyor. Bu genç, kurşuna dizileceği an, infaz askerlerinin tüfeklerine kurşunları sürdüğü, komutanın: ‘Dikkat! Nişan al!’ komutunu verdiği an, biri yüksek sesle bağırıyor: ‘Durun! Çar’ın emriyle infaz durduruldu!’ diyor. O kişi, o birkaç saniye sonra öleceği bilen o kişi, ne düşünmüştür? Neler geçmiştir aklından? Böyle bir anı yaşayıp öyküye ya da romana dönüştüren kaç kişi vardır dünyada?” diye sorardım. Hemen son sorumu yanıtlardım:

“Benim bildiğim iki kişi var, biri DOSTOYEVSKİ, öteki de bir Yunan devrimci Alekos Panagulis'tir. Yunan devrimcinin o andaki duygularını kendisi değil onun çocuğunu karnında taşıyan sevgilisi Oriana FALLACI, 'Bir İnsan' ve "Doğmamış Çocuğa Mektup" adlı romanlarında anlatır.”

 

Benim soruma onların soruları eklenirdi. Kimi öğrenciler, neden idam kararı verildiği sorardı; kimi o kişinin Tanrı’ya inanıp inanmadığını… Sonra neler düşünebileceğiyle ilgili yanıtlar gelirdi. İşte o an, Dostoyevski’den, onun romanlarından söz ederdim. Özellikle Budala’daki Prens Mışkin’in Dostoyevski’nin yaşamından büyük izler taşıdığını anlatırdım. Sonra kısaca Bir İnsan ve Doğmamış Çocuğu Mektup’ tan söz ederdim ama asıl amacım Budala’ydı.

 

Şimdi, yıllar sonra Budala’da altını çizdiğim o satırları buraya almanın sırasıdır:

 

Savaşta bir eri getirip topun namlusunun önüne koyup üzerine ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı ere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra ‘Hadi git, bağışlandın!’ denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu.” (s. 69-70.)

 

“Sık gelen nöbetler neredeyse bir budala yapmıştı onu. (Prens tam böyle ‘budala’ diyordu.)” (s. 84.)

“O zamanlar hastalığım şiddetlenince nöbetlerim arka arkaya birkaç kez tekrarlanınca aptal gibi oluyordum, belleğimi tümüyle yitiriyordum, beynim çalışıyordu ama düşünce akışımın mantık zinciri kopuyordu. İki veya üç düşünceyi birbirine bağlayamıyordum.” (s. 162.)

 

“Ama iyisi mi ben size geçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünü anlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olay geçmişti başından. İdam edilecek öteki mahkûmlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının başka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı... İki karar arasındaki yirmi dakikayı ya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakika sonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. O anda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakla dinliyordum onu. Aynı şeyleri tekrar tekrar soruyordum kendisine. Yaşadıklarını olağanüstü bir açıklıkla hatırlıyor, o dakikalarda yaşadıklarını hiç unutamadığını söylüyordu. Çevresinde askerlerin ve halkın toplandığı idam sehpasının yirmi adım ötesinde, idam edilecekler çok olduğu için üç direk daha dikilmiş. İdam edilecek ilk üç kişiyi götürüp direklere bağlamışlar, idam giysilerini (uzun, beyaz gömlekleri) giydirmişler, tüfekleri görmesinler diye başlarına beyaz başlıklar geçirmişler; sonra her direğin karşısında birkaç asker geçmiş. Benim tanıdığım sekizinciymiş. Yani üçüncü grupta yer alacakmış. Papaz elinde haçla her birini dolaşmış. Demek en çok beş dakika daha yaşayacakmış. Bu beş dakikanın ona sonsuz bir zaman dilimi, büyük bir servet gibi geldiğini söylüyordu. Bu beş dakikada birçok yaşamı olacağını düşünerek son dakikayı düşünmeyi bile gerekli görmüyor, önündeki zamanın planlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika da kendini son bir kez düşünmeye... Geri kalan zamanda ise çevresine son kez bakınacakmış. Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayı planladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi ama ölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken birine hayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra, kendini düşünmek için ayırdığı iki dakika başlamış. Ne düşüneceğini önceden biliyormuş: Bir an önce öğrenmek, açıkça cevaplamak istediği soru şuydu: ‘Şimdi varım ve yaşıyorum ama üç dakika sonra bir cansız madde, cansız biri veya bir şey olacağım. Nasıl olacak bu? Nerede olacağım?’ O iki dakika içinde hep bunu anlamaya çalışmış! Hemen yakında bir kilise varmış, kilisenin altın kaplı kubbesi güneşin parlak ışığı altında parlıyormuş. Kilisenin kubbesinden ve ondan yansıyan parıltıdan gözlerini ayıramadığını hatırlıyordu. O parlak ışıklara takılıp kalmış bakışı. Bu ışıklar onun yeni kaderiymiş, üç dakika sonra onlara karışacakmış gibi geliyormuş ona. Bu bilinmezlik ve beklediği değişikliğe duyduğu nefret korkunçmuş. Ne var ki o anda ona asıl ağır gelen şu düşünceymiş: ‘Ya ölmezsem! Ya tekrar yaşamaya başlarsam! Upuzun bir hayat olursa önümde! Her dakikasıyla benim olan bir hayat!.. Her dakikasını yüzyıl yapardım, bir anını boşa harcamazdım, her dakikasını hesaplı kullanırdım, bir dakikasının bile değerini bilirdim!’ Bu düşüncenin onu sonunda sinirlendirdiğini, öyle ki bir an önce onu idam etmeleri için sabırsızlanmaya başladığını söylüyordu.” (s. 174-176.)

 

Peki, idama götürülen insan, idama az bir süre kala ne düşünür? Öteki dünyayı mı, dinsel öğretileri mi? Gözü hangi ayrıntılara takılır? Dostoyeski, idama götürülürken yaşadığı gerçeği, roman gerçeğine büyük bir ustalıkla dönüştürür. İdama götürülürken bir adamın “alnındaki siğili”, “celladın paslanmış alt düğmesi”ni görür çünkü bu anlarda “kafa bir makine gibi” kuvvetli, çok kuvvetli çalışır. Ürettiği düşünceler” de yarım ve gülünçtür:

 

“İşte bu zayıflık anı başladığı sırada papaz gümüşten, dört köşeli küçük haçını sessizce, çabuk bir hareketle onun dudaklarına yapıştırıyordu. Bunu sık sık, her dakikada bir tekrarlıyordu. Haç dudaklarına değer değmez mahkûm gözlerini açıyor, yine birkaç saniye canlanır gibi oluyor, ayakları da yürüyordu. Haçı büyük bir istekle öpüyor, öpmeye acele ediyordu. Sanki ne olur ne olmaz, diye yanında ondan bir şey alıp götürmek istiyordu ama o dakikada dinle ilgili bir düşüncesi olduğunu sanmam. Bu, tahtaya kadar böylece devam etti... Bu son saniyelerde bayılma vakalarının seyrek oluşu tuhaf! Aksine kafa dehşetli çalışıyor ve yaşıyor, herhâlde tam yollu bir makine gibi kuvvetli, çok kuvvetli çalışıyor. Sanırım türlü düşünceler de beynini çekiçle döver gibi dövüyordu. Bu düşüncelerin çoğu yarım, belki gülünç. İşte buraya bakan şu adamın alnında bir siğil var, işte celladın alt düğmesi paslanmış gibi hiç ilgisi olmayan düşüncelerdir...” (s. 213, 214)

 

Budala’da altı çizili çizdiğim yerlerin bir bölümü aldım bu yazıya, “idamdan dönen bir insanın idam edilmeden önceki duygularını” ilgilendiren bölümlerini aldım. Altını çizdiğim daha birçok yer var. Söz gelişi bir sara (epilepsi) hastasının kriz öncesi ve sonrası duygu dalgalanmaları, önsezileri, duyarlıkları, XIX. yüzyıl Rusya’sının insan ilişkileri, sınıfsal farklılıkların yarattığı toplumsal gerilim ve daha birçok iletiyi içeren ayrıntıları size bıraktım. Bence bugüne kadar okumadıysanız hemen okuyun Budala’yı, bir yanınızın Prens Mışkin olduğunu göreceksiniz.

 

NOT: Altını çizdiğim kitap: DOSTOYEVSKİ, BUDALA, Cem Yay., İst. 1989. Kolaylığı yönünden alıntıları şuradan yaptım, bu yapıttaki sayfa numaralarını verdim: DOSTOYEVSKİ, BUDALA, çev. Engin ALTAY, İş Bankası Yay., e-kitap. (Alıntılarıdaki noktalama yanlışlarını düzelttim.)

Dostoyevski, Budala, okunması gereken romanlardan.
bottom of page