top of page

DOSTLAR, ANILAR, KİTAPLAR

ALTINI ÇİZDİĞİM YERLER-6

Bir roman: BİR İNSAN                    

Yazan: ORIANA FALLACİ

 

 

 

 

 

Dostoyevski’nin ölümün kıyısındayken duygularını anlattığı ünlü romanı Budala’dan söz ederken bir başka romanın da adını vermiştim: BİR İNSAN. Hani şu Doğmamış Çocuğu Mektup romanının ünlü yazarı, İtalyan gazeteci Oriana FALLACI’nin yazdığı, yayımlandığı yıl Yunanistan’ı karıştıran roman: Bir İnsan (Un Uomo).

 

Yıl 1980’di, havada “darbe kokusu” vardı. Yanılmıyorsam nisan ya da mayıs ayıydı, İzmir'de İleri Kitabevinde kitaplara bakıyordum, Bir İnsan romanı ilişti gözüme, romanın kahramanını az çok tanıyordum. 1974 Kıbrıs Herekatı’ndan sonra gazetelerde adı sık sık geçiyordu: Aleksandros PANAGULİS ya da kısaca Aleko Panagulis. Panagulis, eski bir askerdi; Yunanistan’da darbeci General Yorgo Papadopulos’a 1968’de başarısız bir suikast düzenlemiş, idam edilmekten son anda kurtulmuş, uzun yıllar hapiste işkence görmüş, 1974’te salıverilmiş, sonra milletvekili seçilmiş ve 1976’da, otuz yedi yaşında, trafik kazası süsü verilerek öldürülmüştü. Bunları biliyordum. Dostoyevski’nin Budala’sından sonra bu romanı da okumam gerekiyordu çünkü idamdan son anda dönen bir kahramandı Panagulis, onun duyguları önemliydi benim için. Havada “darbe kokusu” vardı. Panagulis’in yaşamını bir gazetecinin, yürekli bir kadın gazetecinin, bir sevgilinin gözünden, Oriana FALLACI’nin gözünden, bir roman olarak okumak benim için önemliydi çünkü roman, darbeye, darbecilere, işkencecilere direnişin romanıydı; üstelik havada darbe kokusu vardı.

 

Bir gecede bitirdim romanı. Panagulis’in otuz yedi yıllık yaşamı (Beş gün daha yaşasaydı otuz yediyi bitirecekti.), bir gecede beni allak bullak etti. Romanda geçen bütün adlar gerçekti, Yunanistan’da yaşamayı sürdürüyorlardı. Günlerce düşündüm. 1980’de gözaltına alınıp işkenceye götürülürken de hep aklımda Panagulis vardı. Şimdi o anıların karanlığına girmenin yeri değil. Romandan alıntılarla yetinelim.

 

(12 Eylül’de işkence gören, işkencede ölen adını bildiğim, bilmediğim gönül dostlarım için…)

 

“Ve işte bu, tek başına savaşım veren, hor görülen, anlaşılmayan bir kahramanın öyküsüdür. Kilise, korku, mo­da, ideoloji... nereden gelirse gelsin, ne renkten olursa ol­sun baskı karşısında direnmekten vazgeçmeyen ve özgür­lüğe âşık bir insanın öyküsüdür. Boyun eğmeyen, başkala­rına uymayan, kendi kafasıyla düşünen ve bu yüzden de herkes tarafından öldürülerek yaşamını yitiren bir insanın bilinen trajedisi... Saatin tik takı bana anıların yolunu gös­terdiği şu anda sana söyleyeceklerim bu kadar.” (s. 12.) “Bütün bunlara ek olarak tabii, seks organı işkencesi eksik değildi. Tam olarak neler yaptıklarını hiçbir zaman anlatmadın. Kesin sorular sorduğumda sararıyor ve içine kapanıyordun. Fakat bunlardan birini açıklamıştın: Seni soyuyorlar, yatağa bağlıyorlar, erkeklik organını kaldırmak için okşadıktan sonra bir iğneyi içine sokuyorlardı. Bir yorgan iğnesi büyüklüğündeydi bu. Sonra iğneyi yakıyor­lardı. Etkisi bir elektroşoktan farksızdı. Ölmemen için de bütün bu işler, stetoskopla başında bulunan bir doktor gözetiminde yapılıyordu.” (s. 48.) “Biliyorum ki bana ölüm cezası vereceksiniz. Fakat geriye adım atmıyorum, Askerî Mahkeme’nin sayın üyeleri. Hatta şu andan itibaren bu ce­zayı kabul ediyorum. Çünkü gerçek bir savaşçının türküsü, zorbalık düzeni mangasından yediği kurşun üzerine son ne­fesini verirken çıkardığı sestir.» (s. 67.) “İşkence sırasında ya da patlayan bir mayınla havaya fırlayıp ölmek başka şeydi, programı eline önceden verilmiş bir ölümle ölmek başka şeydi. Bir gece daha geçecekti ve ondan sonra sen yok olacaktın. Güçlü, inançlı ve gururlu oluşuna karşın, var ol­maktan yok olmaya geçiş düşüncesine razı olamıyordun. Bunun ne anlama geldiğini de kestiremiyordun. Böyle bir soruyu sormak, evren sonsuz mu değil mi? Zaman ve me­kân nedir? Tanrı var mı yok mu? Zaman ve mekânın bir başlangıcı olmuş mudur olmamış mıdır? Başlangıçtan ön­ce bir şey var mıydı yok muydu? sorularından daha beterdi.” (s. 76-77.) “Beş dakika daha sürecek bir ömrün vardı önünde. Kurşuna dizi­lecek bir kişi, yaşamının son beş dakikasında neler dü­şünür? Üç yazar bu düşünceyi bildiğin kavramlarla anlat­mışlardı: Dostoyevski ‘Budala’da, Camus ‘Yabancı’da, Kazancakis ‘Hz. İsa'nın Yaşamı’nda*. Dostoyevski siyasi bir suçtan ötürü idama mahkûm edilmiş ve kurşuna dizilmek üzere götürüldüğü yerde idamdan yirmi dakika önce kur­tulmuştu. Dostoyevski'nin bu satırlarını çizmiştin. O daki­kaların bitmek bilmeyen bir zaman, büyük bir hazine gibi gözüktüğünü yazmıştı. O sayılı dakikalarda nice yaşamlar sürülebileceği düşüncesine takılmıştı. Fakat şimdilik o son anı düşünmeye gerek olmadığı kanısındaydı. Bu nedenle birçok karar almıştı. Dostlara elveda demek için ne kadar zaman gerektiğini hesapladı. Bunun için birkaç dakika ye­terdi. Durumunu yeniden gözden geçirmek için de birkaç dakika ayırmıştı. Geri kalan zamanı da son bir kez etrafa bakmak için… Sonra şu satırlar vardı: ‘Ona, hiçbir şey, ardı arkası kesilmeyen şu düşünce kadar acı gelmişti: Bir ölmeyebilsem. Hayatı geriye doğru bir döndürebilsem! Her şey be­nim olurdu. Her dakikayı tüm bir yüzyıla çevirebilirdim, ge­çen her ânın hesabını bilerek hiçbir ânı boşa geçirmez, hiçbir kayıp vermemeye çalışırdım.» (s. 78-79.) “Sana ait son beş dakika üç saat sürdü, sonra otuz saat oldu. Saat beş buçukta hazırdın fakat idam mangası gelmedi. Bir çavuşa sordun. ‘Gelirler, altıda gelirler.’ ya­nıtını verdi. Yarım saati bir armağan gibi kabullendin. Altı­ da tekrar hazırdın. Fakat manga altıda da gelmedi. Ça­vuşa yeniden sordun, çavuşun yanıtı şu oldu: ‘Altı buçukta da gelirler.’ Yarım saatlik bir armağan daha. Altı buçukta tekrar hazırdın. Manga yine gelmemişti. Saat yedide aynı şey oldu, yedi buçukta, sekizde aynı şey. Her yarım saatte bir ölüme hazır durumdaydın fakat ölüm gelmiyordu. Bir kez, üç kez, dört kez, altı kez, her seferinde bir ferahlama ve ardından bir acı, bir umut ve düş kırıklığı... Bu arada ölüm heyecanı bir intihar sabırsızlığı doğuruyordu. Saat sekiz buçukta haykırdın artık. ‘Ne bekleniyor, Tanrı aş­kına?’ Avludan duymaya alışık olmadığın bir ayak sesi geldi. Kapıda yüzbaşı gözüktü. Beklemeyi kesen bir rahatlama duydun. ‘İşte geldim.’ Şaşkınlıkla kızgınlık arası bir ifadeyle ağzında gevelediğini anlayabilmek için bir hay­li vakit geçti: Bugün dini bayramdı, Meryem Ana günü. İdam ertesi güne, 22 kasım gününe kalmıştı." (s. 79.) "Önünde yirmi dört saatlik bir yaşam keşfeden bir insanın neler duyduğunu bana anlatmayı başaramamıştın bir türlü. Yarım saat değil yirmi dört saat. Tam bin dört yüz kırk dakika. Düşünmek, soluk almak, var olmak için bir gün ve bir gece. Bana bu konuda hep şunu söylerdin: 'Yeniden şafak vaktini bekle­yiş başladı ve her şey bir gün önceki gibi, bir gece önceki gibi oldu.' Öldürücü bekleyiş tekrar başlamıştı." (s. 80.)

 

Alıntılar: (Alıntılardaki noktalama ve yazım yanlışlarını düzelttim.) BİR İNSAN, ORIANA FALLACI, Altın Kitaplar, İst. 1980, çev. Reşit Aşçıoğlu. Kitabın bendeki baskısının kitapçılarda olduğunu sanmıyorum.

 

NOT: *Kazancakis’in İsa’nın yaşamını anlattığı romanı Türkçeye “Yeniden Çarmıha Gerilen İsa” adıyla çevrildi.

BİR İNSAN, O. Fallaci
bottom of page