top of page

TOMRİS UYAR: “ANLAT BANA”

TOMRİS UYAR’IN “ANLAT BANA”SINI ANLAT BANA!

Bunları dedi, içimdeki o hiç susmayan çocuk.

Kırar mıyım seni çocuk, severek anlatırım hem de.

Yaşamım boyunca sevdiğim sanatçılarla tanışmaktan kaçmışımdır hep, umduğum gibi çıkmazsa soğurum korkusuyla… Tanıştığım iki gerçek sanatçı oldu: Turgut UYAR, Tomris UYAR.

Turgut Uyar’la tanıştık, 1980’li yıllardı. Kemeraltı’nın ünlü BODRUM LOKANTASInda bir öğlen yemeğinde ben rakı içtim, o votka içti. Şiirleri kadar özlü, şiirleri kadar yoğundu Turgut Uyar. Onu tanıdıktan sonra şiirlerini daha çok sevdim.

Tomris UYAR, Feyza Hepçilingirler‘in çağrısıyla geldi BATI DERSHANELERİne. Feyza, benden söz etmiş Tomris UYAR’a, “Bölüm başkanımız seni çok övüyor, senin öykülerinden birkaçını seminerlerde okudu. O, her öykücüyü beğenmez; beğenisi yüksektir.” içerikli sözlerle benimle tanışmasını istemiş.

Tomris Uyar, alçak gönüllüydü; bakışları öykülerini yaratan zekâsını, o zekâyı geliştiren kültürel birikimi açıklıyordu. O da öykülerindeki kadındı; özgür, yaratıcı, özgün, yaşamı iliklerine kadar sindiren kadındı.

İkisi de erken öldü, Turgut Uyar 58, Tomris Uyar 62 yaşındaydı öldüklerinde. İkisinin de ölümlerinden sonraki yaşları yapıtlarıyla her yıl artıyor. Ölümden sonraki yaşlarıdır bir sanatçıyı yaşatan. İkisi de bende dipdiri. Turgut Uyar’ın “Her Pazartesi”sini, “Kayayı Delen İncir”ini, daha birçok şiirini zaman zaman açıp okumam bundan. Tomris Uyar’ın Papirüs’teki eleştirel denemelerini, “Metal Yorgunluğu”nu, “Anlat Bana”sını, “Aramızdaki Şey”ini, “Uzun Ölüm”ünü, “Filizkıran Fırtınası”nı, daha birçok öyküsünü açıp açıp okumam bundan. Hele dergilerde canımı sıkan bir öykü görürsem daha çok sarılıyorum Tomris Uyar’a. Birçok kez okuduğum bir öyküsünde gözümden kaçan bir alt anlam daha buluyorum, içimdeki çocuk çok seviniyor.

Ben öldükten sonra yaşım kaça ulaşacak acaba? Benim tek boyutlu, tek anlamlı kitaplarımı da okuyanların sayısı artar mı? Bilim gelişse de geriye dönüp ölümden sonraki yaşlarımızı görebilsek… Ne güzel düş!

Biliyorum bu yazı da öteki birçok yazım gibi az okunacak. Olsun.

Okuyana selam olsun.

         1

Ara sıra olur. Cigara dumanlarıyla dolu, boğucu, kalabalık bir odada, birbirlerine uzak kimselerin rastgele sürüklendikleri bir odada, bir akşamüstü, her şey kalakalır; bıçak-çatal ses­lerinden başka ses duyulmaz olur. Herkes, garip bir suçluluk duygusuyla ses çıkarmamaya çalışır elinden geldiğince.

Ev sahibi ayağa kalkar, son bir atılımla geceyi kurtarma­ ya girişir; soğuk bir şaka yapar, sıradan bir olay anlatır, ya da bilinen bir fıkrayı yineler ama ne olursa olur, bir başka şey boşalır ansızın, sanki herkes, bu sıradan, ucuz ortaklaşmayı bekliyormuşçasına koyverir kendini; bir ağızdan gülüşülür. İşte o anda, daha önce hiç karşılaşmamış iki kişi, anlatılmaz bir çekime uyarak başlarını kaldırır, göz göze gelirler. Ağızla­ rından aynı sözler çıkmak üzeredir, oysa ağızlarını açmazlar, bakışlarını kaçırırlar. Ne var ki, o değişiklik olmuştur bile; bir ırmak gibi, bir çöl gibi doğal bir sınır çizgisi, onları odadaki kalabalıktan ayırıvermiştir. Birbirlerini tanıyorlardır.

 

ŞİİRSEL ANLATIM

 

Şiir anlatılabilir mi? Anlatılamaz; anlatılan şiir, şiir değildir. “Anlat Bana” bir öykü, şiir değil ama anlatımı şiirsel. Tomris Uyar’ın okuyucuya ulaştırmak isteği iletiler (duygu, düşünce, durumlar), yalnızca o sözcüklerle, yalnızca o sözdizimiyle iletilebilir. Kurduğu tümcelere bir sözcük ekleyemezsiniz, tümcelerden bir sözcük çıkaramazsınız, sözcüklerin yerini değiştiremezsiniz. Değiştirmeye kalkarsanız kurguyu bozarsınız, o tümcenin içerdiği ayrıntının bütüne katkısını, bütünle uyumunu zedelersiniz. Kısaca “güzellik”i yok edersiniz.

 

Bu özelliğe “yazınbilim”de (edebiyat bilimi) özlü anlatım deriz. Tomris Uyar, özenle seçer sözcüklerini. Söz gelişi beş bölümlük Anlat Bana, “Ara sıra olur.” tümcesiyle başlar. Bu bölümdeki bütün çekimli eylemler geniş zamanla çekimlenmiştir. Geniş zaman çekimli yargılar, “ara sıra ol”an şeyin belirli bir durumu değil ara sıra olabilecek durumu “geneller”. “Ara sıra olan ne, Tomris Uyar? Öznesi nerede bu tümcenin?” sorusu geçer aklınızdan. İkinci paragrafın son sekiz tümcesi “Ara sıra olan ne?” sorusunun yanıtıdır:

“…İşte o anda, daha önce hiç karşılaşmamış iki kişi, anlatılmaz bir çekime uyarak başlarını kaldırır, göz göze gelirler. Ağızlarından aynı sözler çıkmak üzeredir, oysa ağızlarını açmazlar, bakışlarını kaçırırlar. Ne var ki o değişiklik olmuştur bile; bir ırmak gibi, bir çöl gibi doğal bir sınır çizgisi, onları odadaki kalabalıktan ayırıvermiştir. Birbirlerini tanıyorlardır..”

 

Bu anlatımda şu sözleri özenle seçmiştir Tomris Uyar: “anlatılmaz çekime [Bu sözün içerdiği çok boyutlu anlamı düşünelim.] uyarak göz göze gel[mek]”, “ağızlarından aynı sözlerin çıkmak üzere [olması]”, “oysa ağızlarını açmama[ları]”, “bakışlarını kaçırma[ları]”, “doğal bir sınır çizgisi[nin] [Bu söze özenle bakalım: Doğal sınır çizgisinin ne olabileceğini düşünelim.] onları odadaki kalabalıktan ayırıver[mesi]”, “birbirlerini [daha önce hiç görmeden] tanıma[ları]… Birinci bölümün birinci paragrafı, şöyle: Cigara dumanlarıyla dolu, boğucu, kalabalık bir odada, birbirlerine uzak kimselerin rastgele sürüklendikleri bir odada, bir akşamüstü, her şey kalakalır; bıçak-çatal seslerinden başka ses duyulmaz olur. Herkes, garip bir suçluluk duygusuyla ses çıkarmamaya çalışır elinden geldiğince.” [Birbirine uzak kimseler nasıl rastgele sürüklenir? Garip bir suçluluk duygusu… Bu sözler bende 12 Mart Sıkıyönetiminde ve 12 Eylül Dönemi'ndeki benim gibi küçük burjuva aydınlarının toplantılarını çağrıştırıyor. Sizde neyi çağrıştırıyor?]

 

Öyküde, romanda, şiirde sözcüklerle çizilen her görüntü bir İMGEdir. Sanatçı, okuyucuya ulaştırmak istediği duygu, düşünce ve izlenimleri bu görüntülerin arkasına gizler. Okuyucunun işi, işte bu duyguyu, düşünceyi, izlenimi bulmak; söylenenlerden yola çıkarak söylenmeyenlere, görüntünün arkasına yatırılanlara ulaşmak yani yorumlamaktır. Bu, çaba gerektiren bir süreçtir. Bilgi birikimi ister, yazın (edebiyat) ve sanat kültürüyle donanmayı gerektirir. Her yorum, sanatçının iletilerine yeni iletiler ekleyebilir. Böylelikle yapıt, okuyucunun yorumlarıyla yeni bir bütünlük kazanır.

    2

- N'olur anlatsana. Ben konuşkan değilimdir, bana bakma sen.

- Ne anlatayım? Neyi?
- Buraya nasıl geldin? Sabah ne yaptın?
- Hava güzel diye çıktım. Dolaştım bir süre. Tek başıma olmayı seviyorum galiba. Ama sonra sıkıldım.  Evden çıkar­ken, seni arayacağım yoktu aklımda, sonradan... Birden içim­den geldi. O gece söz   vermiştik birlikte kafa çekmeye, dedim.

- Açıklama, anlat.

- Dolmabahçe'deki güzelim ağaçlık yol var ya, onu yürüyerek geçtim. Denizden gelen rüzgâr yüzüme vurdu. An­latamam; bütün ağaçlar, yol taşları, arabalar, hepsi sımsıcak bir çiy örtüsüyle kaplıydı. Gözleri yaşartacak kadar güzel bir hava. Gözlerim yaşardı. İlle de güzel şeyler bekliyorsan, bak, güzel bir gerçek söyleyeyim sana. Her yeşilliğin mutlaka çiçe­ği olması gerektiğini düşündüm. Çingeneler, çiçekleri sermiş­lerdi kaldırımlara. Devetabanını, kauçuğu o yüzden sevmi­yormuşum demek. "Gül, yeşilliğin, yeşilin çiçeğidir" desem, hangi edebi sanata girer acaba?

- Onu bilmem, yalnız, ben güzel şeyler duymak istiyo­rum demedim ki, sesini duymak istiyorum o kadar.

- Öyleyse ben de söylüyorum. Günümüzde gülün, birta­kım yoksul, üçkâğıtçı çiçekçilerin, üstüne su serpip zorla di­rilttikleri bir meta olduğunu biliyorum. Böyle açık günlerde bile eldiven giyip ağır kokular sürünen burjuva kadınlarının satın aldıkları bir incelik olduğunu da. "Tek gül" sıfatına gir­diğinde, ucuza getirilen bir zamparalık gereci olduğunu da. Yalnız elimde bir kayısı gülü varsa bir bahçe duvarını, bir sokak adını daha iyi değerlendirebiliyorum, bir kadının yeni aldığı plastik, turuncu bir çöp kovasını.

- İstemeye hakkım var mı bilmem, ama seni yürekten il­gilendiren şeyleri, başkalarına anlatmaktan kaçınacağın şeyle­ri duymak isterdim. Anlat bana..

- Böyle güzelliği gözleri yaşartan havalar, sıkıyönetim ilanına uygun değildir, diye düşündüm çiçeklere bakarken.

Böyle havalar aramalara, gece baskınlarına ve toparlanmalara uygundur. Ansızın, sen geldin aklıma. Belki bir daha hiç gö­rüşmeyeceğimiz...

- Artık arayacağını ummuyordum. Bir ay geçti nerdeyse. Aramaz diyordum. Gizlice seviniyordum da doğrusunu ister­sen.

- Ben de o yüzden çekindim. Hem şey, dışardan bakıldı­ğında, aslında aramamam gerekirdi. Hiçbir şey bilmiyorum ki seninle ilgili...

- Bakarsın, her önüne çıkan erkeği aradığını sanırım, de­ğil mi? Ya da yalnız bana telefon ediyor, çünkü beni seçti, diye düşünürüm.

- Yoo, değil. Galiba dışardan bakılamaz. Üstelik seninle bir daha konuşamamanın vurgusu öylesine yoğundu ki, bir ara, bütün bunları zorla aklıma getirip kendimi bile isteye yorduğumdan kuşkulandım. O da değildi ama. Büfeden bir gazete aldım, iskelenin kenarından ayaklarımı denize sarkıtıp oturdum. Kimsecikler yoktu o saatte. Haber başlıklarını, sa­tırların arasını okumaya çalıştım.

- Akla yakın bir yorum bulunca, yanlış da olsa, dört elle sarılıyoruz. Karşımızda, hep gölgeleriyle korkutan, karanlıkta sallanan şeyler var da ondan.

- Bir gece aramasında, hiç unutmam, saat üçte kapıyı aç­tığımda, tüfeklerini üstüme doğrultmuş iki polisle bir deniz astsubayı çıkmıştı karşıma. O zaman korkmamıştım sandı­ğım kadar.

- Korkuyu bilenler, yaşamış olanlar, çabuk çözülmüyor­lar, inan. Kendi özel korkularını tanıyanlar demek istiyorum.

- Orada, iskelede, yüzümü güneşe kaldırıp öyle oturdum. İyi geldi. Savsakladıklarım, ertelediklerim, eksik bıraktıkla­rım yüzeye vurdu; hepsini bir an önce tamamlamaya karar verdim. Kalktım, seni aradım.

- Rakımız da bitti yahu. Ne yerdin sen? Param var, kork­ma.

- Canım yemek istemiyor ama şiş, köfte falan gibi bir şeyler söyle de herif gelip gitmesin boyuna. Bir de salata.

ÖZGÜN BİÇİM VE BİÇEM (ÜSLÜP)

Kimi sanatçılar vardır, yarattıkları özgünlüğü kendileri tüketirler. Buluşlarına âşık olurlar, yapıtlarında yinelerler. Sanatta özgünlüğün birinci “tehlikesi”dir bu.

Tomris Uyar, hiçbir öyküsünde bu “tehlike”ye düşmez; her öyküsünde yeni bir içeriği (okuyucuya ulaştırmak istediği iletileri), içeriğe en uygun biçimle oluşturur. Öykülerindeki güzelliğin (estetik) kaynağı da budur. Biçim, sanatçının yaratıcı gücünü yani zekâsını, kültürünü, ustalığını gösterir. Bir öykünün, bir romanın “sanat” olan yanı da “biçim”idir.

 

“Biçim nedir peki?”

SANAT YAPITINDA BİÇİM

Sanat yapıtında biçim, “Nasıl anlatıyor?” sorusunun yanıtıdır; üç ögesi vardır: a. ayrıntı seçimi, b. ayrıntıların düzenlenmesi (kurgu) (kompozisyon), c. anlatım.

 

a. “ANLAT BANA”DA AYRINTI SEÇİMİ

Sözcüklerle yaratılan bir sanat yapıtında her sözcük, her tümce, her betim (tasvir), her olgu, her olay bir ayrıntıdır. Sanatçı ayrıntı seçer. Üç yerden seçer ayrıntılarını: 1. yaşadıklarından, 2. gözlemlerinden, 3. okudukları ya da duyduklarından. Ayrıntı seçiminde belirleyici olan nedir? Elbette içerik yani okuyucuya ulaştırmak istediği iletiler.

Tomris Uyar, bir ayrıntı ustasıdır; bol yaşamlı bir ayrıntı ustası. Öykülerinde gereksiz, içeriği yansıtmayan yani işlevsiz bir ayrıntı bulamazsınız. Önemsiz gibi görünen küçük bir ayrıntının bile önemli bir işlevi vardır. Yukarıdaki üç kaynaktan devşirdiği ayrıntılar onun büyük düş dünyasında capcanlı durur. Evrensel ve ulusal yazın (edebiyat) kültürünün önemli yapıtlarını çevirerek okuyarak özümlemiştir. Dünyaya hep bir öykücü gözüyle bakmış; gözlemlediği, daha çok da yaşadığı anları, durumları, duyguları öykülerine damla damla akıtmıştır.

 

Bu öykünün birinci bölümündeki ayrıntılara özenle bakınız. O sigara dumanıyla dolu oda, birbirine uzak kimselerin rastgele sürüklenmesi. Örneğin “rastgele sürüklendikleri” sözündeki “rastgele” ve “sürüklendikleri” sözcüklerinin yaptığı çağrışım, öykünün ana iletisinin ipuçlarını da verir. Kadın ve erkeğin neden “anlatılmaz çekime uyarak göz göze gelemeleri”nin hangi koşullarda, hangi duygu ortamında oluşan bir “olgu” olduğunu anlarız. Bu ayrıntıların bizim yaşamımızda bir yeri varsa öykü daha bir anlam kazanır.

[Bu öyküyü birinci okuyuşum, 1979 Eylül’üydü yanlış anımsamıyorsam. 1975’te Eşim Belma’yla ben de Erzurum’da, buna benzer “rastgele sürüklendiğimiz” bir ortamda “göz göze” gelmiştik. Bizim öykümüz sürüyor ama bu öyküdeki kadın ve erkeğin öyküsü, öykü bitince bitiyor.]

 

ANLAT BANA’nın ikinci bölümü karşılıklı konuşma biçiminde, bir tiyatro oyununun bir sahnesi sanki. [Modern öyküde öykü türüne, tiyatro, şiir, deneme hatta makale türlerinden ögeler aktarılması Tomris Uyar’dan önceki sanatçılarda da görülür.] Öyküye adını veren bölüm de bu. Erkeğin konuşmasıyla başlıyor: “N’olur anlatsana. Ben konuşkan değilimdir, bana bakma sen.” Bu bölüm, birinci kişi ve üçüncü kişi anlatımlarının olmadığı bir karşılıklı konuşma. Bu konuşmadaki kimi sözlerden şunları çıkarıyoruz:

1. Buluşma, “göz göze geliş”ten bir ay sonra, bir lokantada.

2. Buluşma, kadının erkeği aramasıyla sağlanıyor. Kadın, erkeği nasıl aradı? Büyük olasılıkla telefonla ama cep telefonunun olmadığı bir zaman dilimi bu. Kadın: Evden çıkarken seni arayacağım yoktu aklımda, sonradan… Birden içimden geldi. O gece söz vermiştik birlikte kafa çekmeye, dedim.” diyor.

3. Bunlar kadının, geleneksel tanımla “küçük burjuva aydını” yanını belirten “özgür düşünceli” sözleri. Gerçekten öyle mi? Sözleriyle iç dünyasını mı yansıtıyor? Bunu, üçüncü bölümde göreceğiz. Erkek, bu sözleri umursamıyor; şöyle yanıtlıyor: “Açıklama, anlat.”

4. Kadın buluşmaya gelirken gördüklerini, ayrıntı ustası bir kadının gözüyle (Bu gözler, Tomris Uyar’ın olabilir mi?) anlatıyor. Anlatırken sözcüklerini özenle seçiyor. “Gözleri yaşartacak kadar güzel bir hava. Gözlerim yaşardı.” sözlerinin ardına yatırılan anlamı size bırakıyorum.

5. Kadın: İlle de güzel şeyler bekliyorsan bak, güzel bir gerçek söyliyeyim sana. Her yeşilliğin mutlaka çiçeği olması gerektiğini düşündüm. Çingeneler çiçeklerini sermişlerdi kaldırımlara. Devetabanını, kauçuğu o yüzden sevmiyormuşum demek. ‘Gül, yeşilin yeşilliğin çiçeğidir.’ desem hangi edebî sanata girer acaba?” diyor. “Çiçek” diyor, uzun uzun “gül”den söz ediyor. “Gül” kavramının, “yoksul, üçkâğıtçı çiçekçiler”in gözündeki değerinden, “açık havalarda bile eldiven giyip ağır kokular sürünen burjuva kadınlar"ın “gül”e yüklediği anlamdan söz ediyor ve zamparaların “gül”ü zamparalıklarının simgesi kıldıklarını söylüyor. Ardından: Yalnız elimde bir kayısı gülü varsa bir bahçe duvarını, bir sokak adını daha iyi değerlendirebiliyorum, bir kadının yeni aldığı plastik, turuncu bir çöp kovasını.” diyor. “Gül”ün özellikle “kayısı gülü”nün kendi iç dünyasındaki anlamını da belirtiyor.

Bu imgeyi bugüne değin tam olan çözümleyemedim: “Yalnız elimde bir kayısı gülü varsa bir bahçe duvarını, bir sokak adını daha iyi değerlendirebiliyorum, bir kadının yeni aldığı plastik, turuncu bir çöp kovasını.” Gerçekten kadınlarla “gül” arasında böyle bir ilişki var mıdır? Bu durum, yalnızca öyküdeki “kadın”a özgü müdür? Bu sözlerin art anlamını bir kadın daha iyi bilir, dedim ve çözümünü yıllarca erteledim. Tomris Uyar’la sohbetimizde de ona sormadım. Yorumlarınızla beni aydınlatırsanız mutlu olurum.

​​​​​​​​

6. Kadın: “Böyle güzelliği gözleri yaşartan havalar, sıkıyönetim ilanına uygun değildir, diye düşündüm çiçeklere bakarken. Böyle havalar aramalara, gece baskınlarına ve toparlamalara uygundur. Ansızın sen geldin aklıma. Belki bir daha hiç görüşemeyeceğimiz…” diyor. Bu sözler, öykü zamanının ipuçlarını da veriyor. Sıkıyönetimden söz edildiği bir dönem bu. İnsanlarda bir korku var, bir gece eve yapılan baskınla alıp götürülme korkusu, bir daha dostlarla görüşememe korkusu, işkencelerde yok edilme korkusu. Bu korku, ertelenenleri, sonraya bırakılanları gündeme getiriyor. O baskı ve korku ortamı, bu sözcükler kullanılmadan, daha geniş çağrışımlarla başka nasıl anlatılabilirdi?

7. Erkek: “Artık arayacağını ummuyordum. Bir ay geçti neredeyse. Aramaz diyordum. Gizlice seviniyordum da doğrusunu istersen. (Erkek, neden sevinir kadının aramayışına?) Kadın, bu konuşmanın içeriğine uygun yanıt veriyor: Ben de o yüzden çekindim. Hem şey, dışarıdan bakıldığında, aslında aramamam gerekirdi. Hiçbir şey bilmiyordum ki seninle ilgili.”

İçimden kadına: “Ama aradın. Neden aradın? Seni aramaya iten, o insan doğasının yapı taşlarından biri olan “soyunu sürdürme içgüdüsü”. O göz göze gelişin ardındaki anlam da bu karşı konulmaz içgüdüydü.” diyorum içimden.

Kadın ve erkek sanki birbirlerini yokluyorlar.

Kadın biraz önceki sözlerinin içinde geçen “dışarıdan bakılınca” sözünü geri alıyor,

 

Kadın, işkence haberlerinden, aradan beş altı yıl geçmiş olmasına karşın hiç unutulmayan Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamından, her gün vurulan bir devrimciden, tutuklamalardan söz etmiyor, erkek de öyle. Kadın: “…Büfeden bir gazete aldım, ayaklarımı denize sarkıtıp oturdum. Kimsecikler yoktu o saatte. Haber başlıklarını, satırların arasını okumaya çalıştım.” Erkek: “Akla yakın bir yorum bulunca, yanlış da olsa, dört elle sarılıyoruz. Karşımızda hep gölgeleriyle korkutan, karanlıkta sallanan şeyler var da ondan.” diyor. Kadın da “Bir gece aramasında, hiç unutmam, saat üçte kapıyı açtığımda tüfeklerini üstüme doğrultmuş iki polisle bir deniz astsubayı çıkmıştı karşıma. O zaman korkmamıştım sandığım kadar.” Erkek: “Korkuyu bilenler, yaşamış olanlar, çabuk çözülmüyorlar, inan. [Çözülme sözcüğü, gözünüzden kaçmasın.] Kendi özel korkularını tanıyanlar demek istiyorum.”

Gerçekten öyle… Bir insan kendi özel korkularını tanıyorsa çabuk çözülmüyor. Bu gerçeği yaşadım ben ama bu gerçeğin ayrımında olmadan yaşadım 12 Martlarda, 12 Eylüllerde. İşte sanat bu. Yaşadığın ama ayrıma varmadığın bir durumu, bir duyguyu, bir gerçeği sana yeniden gösteriyor; “Bak sen de bunları yaşadın, bu duygularla boğuştun ama ayrımında değildin.” diyor. Kadın: “Orada, iskelede yüzümü güneşe kaldırıp öyle oturdum. İyi geldi. Savsakladıklarım, ertelediklerim, eksik bıraktıklarım yüzeye vurdu; hepsini bir an önce tamamlamaya karar verdim. Kalktım, seni aradım.” Bu, kadının orta yaşlara yürüdüğünün anlatımıdır. Kadınlarda, otuzundan sonra genellikle “Yaşam bitiyor.” telaşı başlar; birçoğunda yaşayamadıkları, erteledikleri su yüzüne çıkar; bir de böylesine yarını karanlık bir ortamda bu telaş daha belirginleşir. Özellikle dinle, ahlakla ilgili ön yargıları olmayan, özgür düşünen, kendisine eleştirel gözle bakabilen kadınlar, bu durumu daha çok yaşarlar. Eski İtalya Komünist Partisi başkanlarından Natalia GİNZBURG’un şu sözleri hep aklımdadır: “Parayı, duyguları ve düşünceleri bir kenara ayırma. Sonra kullanamazsın.”

 

O dönem, birçoğumuzun yaşadığı o dönem, en yalın, en yoğun, en özlü biçimde böyle özetlenebilirdi. Tomris Uyar, kadın ya da erkeğe o bildiğimiz devrimci sözleri, sulu göz bir romantizmle kalın kalın bağırtsaydı bu öyküyü orada bırakırdım, okumazdım. Bir daha Tomris Uyar öykülerini elime almazdım. Plehanov’un “Sanat ve Sosyalizm”indeki şu sözler hep aklımdadır: “Sanatçı, düşüncelerini imgelerle anlatmasına karşın makale yazarı düşüncelerini neden-sonuç bağlantılarıyla kanıtlar. Bir sanatçı, imgeler yerine mantıksal kanıtlar kullanırsa ya da yarattığı imgeler onun şu ya da bu konuyu kanıtlamasına yararsa o artık bir sanatçı değil bir makale yazarı olur; isterse denemeler ve makaleler değil de romanlar, öyküler, tiyatrolar yazsın.” (PLEHANOV, Sanat ve Sosyalizm, Sosyal Yay., İst., 1967, s. 52.)

Bu ayrıntılar gereksiz mi? Öyküyü bu kadar iyi bilen bir sanatçı, gereksiz ayrıntıya yer verir mi? Hayır. TOLSTOY, Anton ÇEHOV’la ilgili bir değerlendirmesinde: “Çehov bir sanatçı olarak önceki Rus yazarlarla Turgenyev, Dostoyevski veya benimle karşılaştırılamaz. Çehov’un kendi biçemi var. Bakarsınız, adam hiçbir seçim yapmadan eline hangi boya geçerse onu gelişigüzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir ilgi yokmuş gibi görünüyor. Ama bir de geri çekilip bakıyorsunuz ki ne göresiniz! Karşınızda parlak, büyüleyici bir tablo duruyor.” der.

Bu ayrıntılar, kadının kültürel yapısını, ayrıntıcı yanını, zekâsını gösteriyor. Bir insanın gerçek kimliği nerede bulursunuz? Değer yargılarında, olayların, kavramların kendisinde bıraktığı izde, kısaca dünyaya, yaşama ve insanlara bakışında ve korkularında…

Tomris Uyar’ın öykülerindeki ayrıntılar da böyledir. Onu daha iyi görebilmeniz için biraz gri çekilip bakmanız gerekir. Tomris Uyar’ın yazılarını, öykülerini dönüp dönüp okumam bu yüzden.

Kadın, bir süre erkeğin duymak istediklerini değil kendisinin uygun gördüklerini anlatıyor. Belki de şunu söylemek istiyor: Bak anlatıyorum, bu sözlerim yani biçemim (üslup) kişiliğimin, benliğimin aynasıdır. İşin kolayına kaçma, bu sözlerimin içindeyim ben, ulaş bana.

8. Rakı içtiklerini anlıyoruz, bir de garsonun ikide bir yanlarına gelip gittiğini. (O dönemde her yerde ajanların, “vatansever” (!) “muhbir vatandaşlar”ın kol gezdiğini de anımsıyoruz böylece.)

3

Terliyorum. Kollarımın altı sırılsıklam. Neden dik yakalı ka­zak giydim ki bu sıcakta? Bilmiyormuş gibi. Değil ama. Bu ter, güneşten değil. Titrek bir öğle sonrası güneşi duruyor gökte, yakıcılığı kalmadı. Birazdan serinlik çıkar.

İki saattir, ne iki saati, bir aydır, bekletilmiş, kayırılmış, daha doğrusu, gerçekleşmesinden kaçınılmış bir yakınlığın gelip çatması bu.

Sıcaklık, usulca akıyor içimden, karşımdakine (erkek mi, adam mı, arkadaş mı desem) değiyor, onun gözlerinde yansı­dıktan sonra dünyaya açılıyor.

Durmaksızın yenilenen, alabora olan dünyaya koşut bir hızla akıyor sıcaklık, başdöndürücü bir hızla.

Niteliği de her an değişebilir. Dostlukta karar kılabilir; yumuşak bir yünün sıcaklığına bürünür. Tutkuya dönüşebi­lir; beyinde zonklayan güneşin içkiye kattığı kızışmış tat gibi keskinleşir. Aşka bile sıçrayabilir belki. Yalnız, durmaz.

Kendine kimlik yakıştırmada öyle usta ki. Önüne çıkan ölümcül dönemeçleri hemen kıvırabiliyor, ilk babacan, güven­li raya yan gelebiliyor.

Dünyadan alınan ve ancak başkaları aracılığıyla zenginleş­tirilerek yine dünyaya ödenen bir borç, bir coşku, bir esriklik bu ter.

Karşımdakinin, benzeri duyguları, anları, başkalarıyla -baş­ka kadınlarla, başka erkeklerle- daha önce paylaşmış olması, bir gün kesinlikle yeniden paylaşacağı gerçeği, benim de yaşamışlığım, yaşayacaklığım da zedelemiyor duygunun, anın gerçekliğini. Tersine, saygınlığını arttırıyor, pekiştiriyor.

Bir kere yaşanıldı ya, sürecektir. Başka yerlerde, başka za­manlarda, başka kişilerle. İki kişiyi bir an için belli iki kişi ya­par; bir güneş dürbünü gibi başka deneylerin, başka kişilerin renklerini yansıtır onlarda, derken yüzlerini siler. Kimdir kar­şımızdaki? Kimlerdir?

Yeni boyutlar, ufak ayrıntılar kazanır. Devralınır. Vasiyet edilir.

İçimdeki şu kaygan sıcaklığın, bir gün bilge bir öküzü besle­yen yemyeşil bir ota, bir türlü ulaşamayacağım köy evlerini ısıtan tezeğe dönüşeceğini duyuyorum iliklerime kadar.

Dünyanın derinliklerinde bir yerde, bir güle aşılanıp renk kazandığını.

Karşımdakinin de yüzü kızardı. Susuyoruz.

Yersiz bir kahkaha, bir bardağın kırılışı, bir cankurtaran düdüğü de bozamaz bu sessizliği. Olaylarla değil, imgelerle, iç susuşlarla kuruldu çünkü.

Garsona seslenmek için döndü. Boyun kaslarını gördüm. Gü­neşte alacalanmış o ince, çocuksu saçlara aykırı düşen kalın kaslar. Ensesindeki tüyler de yumuşak, kıvırcık. O derin çiz­giyi arayıp buluyorum. Bu kırılgan çizgi, sırtını ikiye bölüp kabalarına iniyordur. Gergin kasıklarında, iki derin oyuk var­dır öndeki ataklığı dengeleyen.

Evet aklından geçenleri kestirebildiğim gibi, ancak çırılçıp­lak kaldığında ortaya çıkabilecek özelliklerini de biliyorum. Daha da ötesini.

Sözgelimi, "oda"sı yoktur, evi vardır.

Sevişmek için otele gitmez. Özentili bir askı, kırmızı bir gece lambası, altın suyuna batma bir resim çerçevesi, seviş­meye kolaylık katsın diye tavana çakılmış bir ayna, zıvanadan çıkarabilir onu.

Bir kadını güneş ışığına tutup incelemek ister.

Çok genç yaşta tanımıştır kadınları. Bir zaman genelevde bir dostu olmuştur. Usulca erkekleştiği için güvenlidir, telaşsızdır.

Kibrit kalmamışsa, sevişmeyi yarıda bırakıp giyinir, bak­kala gider. Akla gelmedik bir şeyle dönebilir; bir şey getirme­yebilir de.

Başımı, çıplaklığına yaslayıp uyuyabilirim bir süre. Yaralı bir hayvan acısıyla çırpınışını, tükenişini içimde duyabilirim. Ama olmayacak. Çünkü büyü geçti. Yeni bir dönemeçteyiz. Benim tırnaklarıma benzeyen uçları yenik tırnaklarına bakı­yorum artık.

SANAT YAPITLARINDA KURGU (KOMPOZİSYON)

Bir sanat yapıtının “sanat” olan yanı BİÇİMidir, dedik bir önceki bölümü anlatırken. Biçimin birinci ögesi AYRINTI SEÇİMİ, ikinci ve önemli ögesi de ayrıntıların düzenlenmesi yani KURGUdur.

b. “ANLAT BANA”NIN KURGUSU

“ANLAT BANA”nın kurgusu içeriğini en iyi yansıtacak nitelikte ve özgün. Usta bir sanatçının, Tomris Uyar’ın, o pırıltılı zekâsını, alabildiğine geniş kültürünü ve yaratıcılığını yansıtıyor.

Tomris Uyar’ın her öyküsünün kurgusu ayrıdır. Her öyküde o öykünün içeriğine uygun bir kurgu oluşturur Tomris Uyar. Tekdüzeliğe düşmez, kendisini yinelemez.

“Anlat Bana”nın iki kurgusu var; birincisi “dış kurgu”, ikincisi “iç kurgu”.

DIŞ KURGU: UZUNLUĞU BELİRSİZ BİR KARŞILIKLI KONUŞMA

Evet, öykünün dış kurgusu, uzunluğu belirsiz bir “karşılıklı konuşma”. “Uzunluğu belirsiz” diyorum çünkü 4. bölümde “Saat üçe geliyor. Tren gecikti.” tümceleri var. Öyleyse karşılıklı konuşmanın yani öykünün bitiş saati 15.30 suları. Peki, başlangıç saati kaç olabilir? Belki, 10.00, belki 11.00 suları. Öykünün iç zamanı yaklaşık dört beş saat. Birinci bölüm, bu kurguya hazırlık niteliği taşıyan, geniş zaman çekimli bir genelleme. Karşılıklı konuşma, 2. bölümde erkeğin: “N’olur anlatsana. Ben konuşkan değilimdir, bana bakma sen.” sözleriyle başlıyor; 5. bölümün sonunda yine erkeğin: “Hadi yürü bakalım. Geçireyim seni.” tümceleriyle bitiyor. 3. bölüm, karşılıklı konuşma içinde -belki bir suskunluk anında- kadının İÇ KONUŞMASI; 4. bölüm de öyle ama 4. bölüm bu karşılıklı konuşmanın, bu buluşmanın geçtiği yer yani Sirkeci Garı’ndaki lokanta. Bu lokantayı kadının gözünden anlatıyor Tomris Uyar. Okuyucu, kadının seçtiği ayrıntılardan onun birçok özelliğini de çıkarabiliyor. Kadın, iyi bir gözlemci; anlattığı nesneyi, olayı ya da kişiyi can alıcı ayrıntılarını seçerek betimliyor.

İÇ KURGU: HER BÖLÜM “KÜÇÜREK (MİNİMAL) ÖYKÜ”

Evet, her bölüm ayrı bir “küçürek öykü” (minimal öykü) niteliğinde; ayrı bir olay örgüsü içeriyor. Her bölüm bağımsız okunabilir, üstelik her bölümün biçemi (üslubu) birbirinden ayrı ama bu bölümler bir araya gelince ortaya “insan” ve “yaşam”a ilişkin, hiçbir ders kitabında anlatılamayan, hiçbir romana sığmayacak kadar geniş, çok okumalardan, yaşananlardan devşirilmiş “insan ve yaşam” bilgileri yansıyor. Yansıyor diyorum çünkü bu bilgilerin tümü İMGElerin arkasına ustalıkla gizlenmiş.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: BİR KADININ BEDENİNDEKİ VE İÇ DÜNYASINDAKİ DALGALANMALAR

“Terliyorum.” tümcesiyle başlıyor üçüncü bölüm. Kadın cinselliğinin duygusal ve bedensel oluşumlarını, o “göz göze geliş”ten bu buluşma oluncaya kadar geçen sürede biriken tutkuyu, bir erkekten etkilenmenin, kadın bedeninde yarattığı belki yüzlerce sayfada anlatılabilecek dalgalanmaları, bu kadar yalın, bu kadar şiirsel, bu kadar “çok anlamlı” olarak anlatan bir metin okumamıştım ANLAT BANA’yı okuyuncaya dek. Sonra okudum mu? Hayır, okumadım. Bu yüzden bu bölümün alt iletilerini size bırakıyorum. Lütfen bu bölümü birkaç kez okuyunuz.

4

Garson yeni şişeyle ızgarayı getirip masaya bıraktığında gü­neş, gara açılan kapının dışındaydı. İçinde küçük toz tanecik­leri oynaşan kalın bir ışık dilimi uzatıyordu içeri. Kırık dökük masalar; ayaklarına karton parçaları, kibrit kutuları, gazoz kapakları sokuşturulmuş, üstleri yağlı, kalın bir muşambayla kaplı.

Tezgahın arkasındaki raflara, elverişli rakılar, harcıalem votkalar, kıpkırmızı konyaklar, tozlu likör ve viski şişeleri sı­ralanmış. Tozdan, isten, etiketler bile okunmuyor.

Bardaklarda yağ halkaları var. Donuk camdan, eğri büğrü bardaklar.

Kararmış tül perdelerden, örümcek ağlarının kalıntıları sarkıyor.

Tezgaha tünemiş işadamı kılıklı biri, telefon ediyor.

"Evet evet," diyor hiç de inandırıcı gelmeyen bir sesle, "bi­raz daha bekleyip çıkacağım tabii. Önemli olmasa... Sen oya­larsın onları artık. Anlatırsın. Beşte bir toplantıya katılmak zorundayım."

Saat üçü geçiyor. Tren gecikti.

Yan masada, ihtiyar bir karı kocayla bir oğlan çocuğu otu­ruyorlar. Oğlana pirzola söylemişler, kendilerine kuru fasul­yayla pilav. Doğru dürüst kesilmemiş ekmekten büyük par­çalar kopararak, yemekten küçük kaşıklar alarak yiyorlar. Sık sık dışarıya göz atıyorlar. Oğlanın belinden ucuz, Alman-işi bir tabanca sarkıyor, kılıfı kırmızı. Biraz sonra gelecek treni bekliyorlar. İhtiyarlar, çocuğu ana babasına devredecekler. Pirzola ondan.

İşçiler peronu trene hazırlıyorlar. Ellerinde süpürgeler, bez­ler, uzun saplı fırçalar, renk renk kovalar. El arabaları sürülü­yor oradan oraya. Hamallar, yerlerini alıyorlar. Göklere kadar yükselen mektuplar getirildi bir el arabasında. Bir tanesi düş­tü; memur eğilip aldı. Demek, yerlerine ulaşıyor bu mektup­lar, inanılır şey değil!

Sultanahmet'ten ya da Yenicami'nin basamaklarından uçuşa kalkmış bir güvercin daldı kırık camdan içeri. Suskun bir cami kubbesini andıran tavanı dolandı, çıktı. Şimdi yine o daracık, itiş-kakış sokaklardan, gezgin satıcıların inanılmaz şeyler sattığı, kasetlerin iyice açıldığı, piyangocuların köşeleri tuttuğu o umutsuz sokaklardan geçecek, binlerce güvercinden biri olacak. Semirik, uçmayı bile unutmuş, hantal bir adak hayvanı.

İhtiyar bir alkolik, ortadaki geniş masada uyukluyor. Ölmeyi bekliyor. Kendi özel, küçük, haklı ölümünü.

Helada bir esrarkeş, pantolonu dizlerinde, paçaları kubura yığılı kağıtların, gazetelerin, aybaşı pamuklarının ortak sıvısı­na bulaşmış, öylece uyuyormuş. Garsonlar, yakalamışlar, ite­ kaka atıyorlar dışarı.

Ekşimiş mezeler, geçkin kavunlar, yanık yağ, devrilmiş rakı, toz, is, muşamba, ıslak şayak, havı kaçmış kadife, buruş­turulmuş kâğıt peçeteler, mazot, ayak ve dışkı kokusu birle­şip bir tek koku oluyor; sıcak bir mutfakta yağları akıtılmadan kurumuş bir bulaşık bezinin kokusu yükseliyor masalardan.

Koku satıcısı, üç gün çıkmayacak bir damgayla onaylıyor bu kokuyu, resmileştiriyor.

5

- Yesene, köftenin yağları dondu bile.

- Sen de bir şey yemedin.
- Saat kaç?
- Kaçta kalkman gerekiyordu?

- Hiiç.
- Sen hiç konuşmadın asıl. Anlatsana...
- Seni seviyorum mu diyeyim istiyorsun?
- Hayır. O anlamda, kullanılan anlamda sevmediğini biliyorum. Belki de yalnız o anlamda seviyorsundur, bilmem.
- Yine de duymak istiyorsun ama. Bir erkeğin bir kadına söyleyeceği şeyleri. O senin kadın yanın.

- Ayıp mı? Kötü mü?
- Değil, seni sen yapan bir şey ama, konuşmak beni bağlar.­

- Nasıl yani?

- Şu kadarını söyleyebilirim. Seni asıl yaşlılığında görmek isterdim. Durgun, uzak, temizken her şey, barışta.

Eğildi, kadını önce alnından, sonra burnunun ucundan, sonra titremeye başlayan, ağlamaya hazırlanan dudaklarına inen sümük çizgisinden öptü.

- Hadi, yürü bakalım. Geçireyim seni.

SON İKİ BÖLÜM

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: Üçüncü bölümün son tümcesi şöyleydi: “Benim tırnaklarıma benzeyen uçları yenik tırnaklarına bakıyorum artık.” Bu tümce, düşlenmiş ama gerçekleşmemiş bir yarı düş kırıklığını iletiyor bize. Bir de kadın ve erkeğin “ucu yenik tırnakları” onların kişilikleriyle ilgili önemli ipuçları veriyor. Düşündünüz mü hiç, kimler tırnak yer? Yirmili yaşlardan sonra tırnak yemenin doyurulmamış güçlü cinsel isteklerle ilgisinin olduğunu düşünürüm hep.

Dördüncü bölümde, bir susma anında, belki erkek konuşurken kadının gözüne takılan görüntüler yer alıyor. Yarı düş kırıklığı içindeki kadın, gar lokantasını betimliyor. Seçtiği ayrıntılar, onun hem mutsuzluğunu hem ayrıntı seçmedeki ustalığını anlatıyor. Bu bölümde her biri ayrı bir öykü olabilecek beş insan ve bir güvercin var: Tezgâhtaki “iş adamı kılıklı biri”, yan yasadaki “ihtiyar karı kocayla bir oğlan çocuğu”, peronu trene hazırlayan işçiler, “semirik, uçmayı bile unutmuş, hantal bir adak hayvanı” olan güvercin, “kendi özel, küçük, haklı ölüm"ünü bekleyen alkolik ihtiyar, garsonların heladan çıkarıp dışarı attıkları esrarkeş.

Tomris Uyar, bütün bunları özenle seçtiği sözcüklerle kurduğu kısa, uzun dengeli tümcelerle anlatıyor; anlatımı okuyucuda sözcüklerle anlatılamaz bir ezgi etkisi yaratıyor.

BEŞİNCİ BÖLÜM: Birkaç saatlik bir karşılıklı konuşma biçiminde kurgulanan ANLAT BANA’nın en kısa, belki de anlamı en yoğun bölümü. Tomris Uyar, bu son bölümde okuyucuyu sorular içerisinde bırakıyor; okuyucuya “Haydi sıra sende, düşün bakalım: Böyle bir buluşmada bir kadın, erkekten hangi sözleri duymak ister? Erkek, neden kadının istediği sözleri söylemiyor? Neden “Seni asıl yaşlılığında görmek isterdim. Durgun, uzak, temizken her şey, barışta.” diyor. Kadının dudakları neden titriyor, neden ağlamaya hazırlanıyor? Erkek neden onu “dudaklarına inen sümük çizgisinden” öpüyor. Neden “Hadi, yürü bakalım geçireyim seni.” gibi üstten bakışlı, soğuk bir tümce kuruyor?

Düşünün lütfen?

İşte sanat bu, yüreğinize bir kadın bırakır, küçük bir yaşam parçası bırakır; kendinizi o kadının, o erkeğin yerine koyarsınız; o kadınla, o erkekle, o yaşamla çoğaltırsınız kendinizi.

 

Ben o çoğalmanın ipuçlarını vermeye çalıştım bu uzun açıklamalarla. İyi mi ettim, kötü mü; bilmiyorum.

Karar sizin.

BU ÖYKÜ ŞİMDİLİK BURADA BİTTİ AMA BENDE HİÇ BİTMEDİ.

 

Kayısı gülü
bottom of page