top of page

DOSTLAR, ANILAR, KİTAPLAR

YAZILAR, ANMALAR

İçinizde hiç kimseye bütün gerçekliğiyle anlatamadığınız

acı bir anı, bir aşk izi varsa siz orada gizlisinizdir.

                         

FİKRİYE HANIM VE ECE AYHAN’IN “FAYTON” ŞİİRİ

Fikriye Hanım, Mustafa Kemal’in ilk eşi; vereme yakalanır ve sağaltım için Almanya’ya gönderilir. Mustafa Kemal, annesinin son isteğiyle Latife Hanım’la evlenir. Fikriye Hanım, bu evliliği duyunca trenle Ankara’ya döner; bir faytona biner ve Köşk’e gider. Bir revolver tabancası vardır yanında. Önce Mustafa Kemal’i’ sonra da kendisini vuracaktır. Mustafa Kemal’i görür ama tabancayı ateşleyemez. Kendisini bekleyen faytona döner ve orada yanındaki tabancayla kendisini öldürür.

 

Olay bu? Ece Ayhan’ın FAYTON şiiri de şöyle:             

 

            Erol Gülercan'a

O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey 

incecik melankolisiymiş yalnızlığının

intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam

caddelerinden ölümler aşkı pera'nın

 

Esrikmiş herhâl bahçe bahçe çiçekleri olan ablam

çiçeksiz bir çiçekçi dükkânının önünde durmuş

tüllere sarılmış mor bir karadağ tabancasıyla

zakkum fotoğrafları varmış cezayir menekşeleri camekânda

 

Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem

intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte

cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.

 

Bu olay yıllar sonra Ece AYHAN’ın şiirine nasıl girdi? Ece Ayhan, neden Fikriye Hanım’ı “ablam” olarak şiirine alıyor? Çıkın işin içinden.

 

BUGÜN 19 HAZİRAN, BUGÜN "ROSENBERGLER ÖLMEMELİ"

1938’de kurulan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi, 1940 ve 50'li yıllarda etkinliklerini artırdı. Bu ikinci dalganın perde önündeki kahramanı Wisconsin Senatörü Joseph R. McCarthy, perde arkasındaki ise FBI’ın değişmez başkanı J. Edgar Hoover'dı. Bunlar öncelikle sanat dünyasında ve özellikle de Hollywood’da sol görüşlü kişileri, herhangi bir sol örgüte ilgi duyanları bile "kara liste"ye aldılar. İfadeye çağırdılar, arkadaşlarını "ihbar" etmeye zorlandılar. İfade vermeyi onuruna yediremeyenler, o yıllarda hiçbir şirkette iş bulamadı.

 

Kimileri de bu "cadı avı" döneminde arkadaşlarının adını komisyona vererek kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Bunlar içinde en ünlüsü hiç kuşkusuz yönetmen Elia KAZAN'dı. Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğan Elia Kazan, baskılara dayanamayınca sekiz arkadaşını adını komisyona verecek, yıllar boyunca hain damgası yemekten kurtulamayacaktı.

 

Bu baskı, korkutma, yıldırma, sol ve komünizm düşmanlığı, yıllarca sürdü. ABD Komünist Partisi'nin iki üyesi Ethel ve Julius Rosenberg, McCarthy Dönemi'nde Sovyetler Birliği adına casusluk yapmaktan suçlu bulundu ve idam edildi. Rosenbergler 18 Haziran 1953'teki idamlarını, o günün evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek ertesi güne aldırmıştı. Bugün 19 Haziran, "ROSENBERGLER ÖLMEMELİ".

 

MELİH CEVDET ANDAY'ın şu şiiri Rosenbergler için.

Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil

Değil bu anılacak şey değil

Apansız geliyor aklıma

 

Nerdeyse gün doğacaktı

Herkes gibi kalkacaktınız

Belki daha uykunuz da vardı

Geceniz geliyor aklıma

 

Sevdiğim çiçek adları gibi

Sevdiğim sokak adları gibi

Bütün sevdiklerimin adları gibi

Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan

Öpüşürken o dalgınlık bundan

Tel örgünün deliğinde buluşan

Parmaklarınız geliyor aklıma

 

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm

Kahramanlıklar okudum tarihte

Çağımıza yakışan vakur, sade

Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil

Değil unutulur şey değil

Çaresiz geliyor aklıma

 

18 Mart 1871 - 18 Mayıs 1871

147 YIL ÖNCE BUGÜN, “PARİS KOMÜNÜ”

147 yıl önce bugün, Karl Marks’ın, Lenin’in sosyalist düşüncelerine yol gösteren bir küçük devrim, yaklaşık otuz bin kişinin öldürülmesiyle sona erdi.

Kömün başladığında Marks elli üç, Lenin bir yaşındaydı. Osmanlı Sosyalist Fırkasının kurucusu İzmirli Hüseyin HİLMİ’nin (İştirakçi Hilmi) (1885-1922) doğmasına daha on dört yıl vardı.

 

Yetmiş iki gün sürmüştü. Yetmiş iki günde aldıkları kararlar, uyguladıkları toplumsal değişikler, birçok devrime ışık oldu.

 

Paris, yetmiş iki gün belki en güzel, en dost, en anlamlı günlerini yaşadı. Parisliler, içeriği sakıncalı bulunarak yasaklanan Marseillaise’i (Fransız ulusal marşı) özgürce söylediler; kızıl bayraklar astılar. Yetmiş iki gün süren coşku, özgürlük, direnç, 18 Mayıs’ta binlerce deneyimle tarihin kucağına bırakıldı. O barikatlarda ölen otuz bin kişi, dünya halklarının anılarında yaşıyor.

 

O dönemin ünlü Osmanlılarından Sadrazam Âli Paşa, (Ziya Paşa’nın Zafername adlı ünlü eleştirisini yazdığı kişi.) Temmuz 1871’de bir bildiriyle Paris Komünü’nü öcü olarak gösterdi: “Bu uğursuz fikirler hudutlarımızdan içeri girmemelidir. Bu bozuk düşünceli kişilerin amaç ve isteklerini yaymalarına fırsat vermemeliyiz.” dedi. Bunu unutmadık Sadrazam Âli Paşa.

 

Paris Komünü başladığında, 1848 Devrimi’nde Paris’te, barikatlarda savaşan İbrahim ŞİNASİ, İstanbul’da, ölüm döşeğinde; Namık KEMAL Viyana’da, Ziya PAŞA da Brüksel’deydi ama birlikte yurt dışına kaçtıkları üç Yeni Osmanlı (Jön Türk) Paris’teydi: Sağır Ahmet Beyzade MEHMET, Mustafa NURİ Bey, Kayazade REŞAT. Bu üç dost, Paris Komünü’ne katıldı.

 

“Birbirinden hiçbir şekilde ve hiçbir zaman ayrılmayan bu üç arkadaşa Fransızlar tarafından ‘Üç Türkler’ adı takılmıştı. Çünkü nereye bir obüs ya da bir şarapnel düşüp de birçok kimseyi yaralayacak olsa bu üç arkadaş derhal orada beliriyor, yaralıları tedavi için ellerinden geleni yapıyor, onları hastane çadırlarına götürüyorlardı. Bunların giysileri de bir tuhaftı. Üzerlerinde Fransız asker elbiseleri vardı. Fakat başlarında fesleri olduğu gibi durmaktaydı. Bu ilginç kıyafet kendilerini asıl Fransız gönüllülerinden ayırıyordu. Zaten ‘Üç Türkler’ diye anılmalarının bir nedeni bu kılıklarıydı. Ancak yaralılara yardım konusunda öyle değerli hizmetleri görülmüştü ki istihkâmların her tarafında onların adı ‘şevkat’in karşılığı olarak değerlendirilmekteydi.” (Ebüzziya TEVFİK, “Yeni Osmanlılar Tarihi”, Mart 1973, s. 382.)

 

Gerçek tarih ve biz, bunu da unutmadık; MEHMET, NURİ ve REŞAT beyler anılarımızda yaşıyorlar. Hüseyin HİLMİ’yi de bir alıntıyla analım:

 

“İşçinin, uykusundan, rahatından hatta hayatından her gün zerre zerre çalarak gayri meşru servet yığanlara karşı…gayet meşru ve son derece hukuki olarak greve giden bir işçi nasıl anarşist veya mikrop olabilir?” (Hüseyin Hilmi, İdrak gazetesi, “Sosyalizm Nedir?” başlıklı yazı.)  2018

 

BİZİM ŞAİRLERİMİZ “YOKSULLUK”TAN BESLENİRLER

Zenginin şiiri olmaz, doğru ama bizim şairlerimiz “yoksul” oldukları için şair olmamışlardır.

 

Kırmızı bir at oluyor soluğum

Yüzümün yanmasından anlıyorum

Yoksuluz gecelerimiz çok kısa

Dörtnala sevişmek lazım     (1957 Cemal Süreya)

 

Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti

Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz

Sanki hiç olmamıştı.            (1954 Cemal Süreya)

 

Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen

Bir bulut geçiyorsa onu görürdük

Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu

Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu

Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına

Bir cigara atmışsak denize

Sabaha kadar yandı durdu  (1954 Cemal Süreya)

 

Bunlar Üvercinka’dan. En ilginci de yoksulluk etmek sözü, yoksulluk edilmez, yoksul olunur. O dönem ve sonrasında “yoksul” sözcüğünün yarattığı “iç ezici” çağrışım, şairlerin hoşuna gidiyor. Bu sözcüğün çağrımsal etkisi  divan şairlerini de büyülemiştir halk şairlerini de. Hepsi bir yana her şiir, şairin şiir yazma zevkinden doğar.

 

RODRİGO'NUN "GİTAR KONÇERTOSU"NDAKİ İSTANBUL KOKUSU

Rodrigo'nun Gitar Konçertosu’nu (Aranjuez) 1964'te, Nazilli Öğretmen Okulunda, o zamanlar değerini yeterince anlayamadığımız sevgili müzik öğretmenimiz Ahmet KAYA, bir uzunçalardan dinletmişti. Bugünkü müzik kültürümüzün içindeki mayada bu konçertonun önemli bir yeri vardır. Rodrigo'yu tanımıştık her şeyden önce, onun kör olduğunu, İspanyol olduğunu öğrenmiştik ama o konçertodaki İstanbul kokusunu duyumsasak bile bunun ayrımında değildik.

 

Bu yılın mart ayında Akgün Akova'nın bir yazısını okumuş, konçertodaki İstanbul'un nereden geldiğini öğrenmiştim ama zamansızlık yüzünden paylaşmamıştım. İşte şimdi paylaşıyorum. Zaman ayırın, okuyun derim; ben çok keyif aldım. Keşke konçertoyu çok seven Deniz GEZMİŞ de okuyabilseydi bu yazıyı. Haydi Akgün AKOVA'nın bu yazısı Deniz'e su olsun:

 

İSTANBUL VE MADRİD'İ BİRBİRİNE BAĞLAYAN RODRİGO'NUN ÜNLÜ KONÇERTOSU CONCİERTO DE ARANJUEZ, İLHAMINI İSTANBUL'DA DOĞAN BİR KADINA VE ARANJUEZ'DEKİ SARAY BAHÇESİNDE EL ELE YAPILAN YÜRÜYÜŞLERE BORÇLU...                 

                                                        Akgün AKOVA,  Skylife, Ocak 2017

Madrid'e gitmeniz için elbette çok neden var: Real Madrid ya da Atlético Madrid'in futbol maçları, tapas ve paella lezzetleri, Velázquez ve Goya'nın tabloları, boğa güreşleri, flamenko gösterileri, Picasso'nun Guernica'sı... Ama beni Madrid'e götüren bunlar değil hayran olduğum bir beste ve onun İstanbul'a bağlanan öyküsü oldu.

 

Bu öyküyü anlatmak için önce XV. yüzyılın sonundaki İspanya'ya dönmemiz gerekiyor. 1492'de Endülüs'ün son kalesi olan Gırnata (Granada) düşmüş, burada yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler Kraliçe Isabella tarafından din değiştirmeye ya da göçe zorlanmışlardı. Osmanlı İmparatorluğu yalnızca Müslümanlara değil engizisyonun ölüm emrinden kaçarak yeni bir vatan arayan on binlerce Yahudi’ye de kapılarını açtı. Sefaradlar İstanbul'a ve başka kentlere yerleştirildi ve sonraki yüzyıllar içinde geniş aileler kurdular.

 

Bunlardan biri olan Kamhi ailesinin İstanbul Boğazı'nın kıyısında, Dolmabahçe Sarayı'nın yakınındaki yalılarında, 1905'te bir kızları doğdu. Adını Victoria koydular. Victoria Kamhi "muhteşem" diye tanımladığı İstanbul'da Boğaz'dan geçen gemiler, Pera Palas, Haliç ve minareler, sıcak simitler, börekler, Rumelikavağı, siste çalınan gemi düdükleri, baharda çiçek açan erguvan ağaçları ve nazar boncukları arasında büyüdü. 90 yaşında bile düşlediği, kucağında çiçeklerle eve döndüğü Büyükada günleri bu benzersiz dekoru tamamlıyordu. Annesinin ona Binbir Gece Masalları'nı okuduğunu hiç unutmadı.

 

24 yaşındayken Paris'te İspanyol besteci Joaquín Rodrigo ile tanışması yaşamını değiştirdi. Bir toplantıda onu ilk kez gördüğünde şoke oldu. Rodrigo salona yardımcısının kolunda girdiğinde genç kadın onun kör olduğunu fark etti. Besteci üç yaşında geçirdiği difteriden sonra görme yetisini kaybetmişti. O gece piyanonun başına geçip parçalar çalan Victoria'ya besteci ertesi gün bir buket çiçek yolladı. Ardından birlikte gidilen konserler, çay partileri derken 1933'te Valencia'da evlendiler. Victoria tam 64 yıl Joaquín'in karısı, gözleri ve hayat ağacı oldu.

 

İspanya İç Savaşı'nın ardından patlayan II. Dünya Savaşı ve yokluk günlerinde yaşam kolay değildi. Bebek bekledikleri günlerde, doğuma iki ay varken bir sabah aniden acılar içinde kıvranarak hastaneye kaldırıldı. Karısı hastanede ölüm kalım mücadelesi verirken, Joaquín evdeki piyanonun başında endişe dolu duygusal gelgitler içinde, beste yapmaya çalışarak uykusuz geceler geçirdi.

 

Bebeklerini kaybettiler ama o hüzün dolu günlerde konçertonun ünlü ikinci bölümü, Adagio doğdu. Eve döndüğünde ezgiyi dinleyen Victoria bunun bir aşk şarkısı olduğunu hemen anladı ve balayı günlerinde Aranjuez kentindeki yazlık sarayın bahçelerinde kocasıyla el ele yürüyüşlerini hatırladı. Bahçelerdeki manolya kokusunun, çeşmelerin fısıltılarının, kuş seslerinin verdiği ilham sevgiyle birleşince ortaya çıkan konçertoya Aranjuez adını verdiler. Hastane masraflarını karşılamak için de Victoria'nın ailesinin ona hediye ettiği piyanoyu sattılar. Konçerto ilk kez 1940'ta Barselona'da çalındı ve o günden sonra dünya çapında bir başarı kazandı. Sadece klasik müzik repertuvarlarına girmekle kalmadı, rock ve caz yıldızlarına kadar  birçok müzisyen onu çalmadan edemedi.

Konçerto Rodrigo ailesine uğur getirdi. İki buçuk ay sonra kızları Cecilia dünyaya geldi.

 

Madrid'de, Bernabéu Stadyumu'nun yakınındaki General Yagüe Sokağı, No:11'de Cecilia León Rodrigo ile konuşurken bütün bunları düşünüyorum. Hem Victoria ve Joaquín Vakfı'nın merkezi hem de özel bir müze burası. Dünyanın dört bir yanından gelen müzikseverlerin sürekli kapısını çaldıkları bir apartman dairesi. Victoria ve Joaquín'in yaşadığı son ev, hiçbir eşyasına dokunulmamış, bıraktıkları gibi duruyor. Bestecinin piyanosu, kendisine verilen ödüller, nişanlar, madalyalar, fotoğraflarla dolu bir anılar geçidi... Son derece nazik ve enerji dolu bir kadın olan Cecilia, anne babasıyla ilgili haberlerle dolu 63 yıl öncesinin Türk gazetelerini gösteriyor. 1953'te düzenlenen Rodrigo Festivali için birlikte ilk kez Türkiye'ye gelen Rodrigo çifti İstanbul'da Pera Palas Oteli'nde kalmış. İzmir'de Efes'i gezmiş, Selçuk'taki St. Jean Bazilikası ile Meryem Ana Kilisesi'ni ziyaret etmişler. Taksim, Kız Kulesi ve Boğaz Victoria için mutlu bir nostalji olmuş, Joaquín de İstanbul'un tarihinden çok etkilenmiş. 1972'deki ikinci gelişlerinde Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni gezmişler ve kendi deyimleriyle "gerçek arkeolojik mücevherleri" görmüşler.

 

Rodrigoların müze evinden ayrıldıktan sonra onların Madrid'de sevdiği yerleri gezmeye başlıyorum. İlk noktam Buen Retiro Parkı. Kral IV. Felipe'nin sarayından kalan yapıların da bulunduğu park hafta sonu olduğu için tıklım tıklım. Parktaki göl kayıklarla dolu; ben de bu geziyi yapmaya niyetleniyorum ama gişenin önünde uzun bir kuyruk görüp vazgeçiyorum. Gölün güneyinde ise Velázquez Sarayı ve Kristal Saray var.

 

Rodrigoların sevdiği yerlerin izinden giderek parktan çıkıp Cibeles Çeşmesi'ne varıyorum. Adını Anadolu kökenli ana tanrıça Kibele'den alan bu meydan, tanrıçayı iki aslanın çektiği arabası üzerinde gösteren heykel ve şırıl şırıl akan çeşmelerle süslenmiş. Yakınında iki otel var: Ritz ve Westin Palace. İlki İspanya'nın en lüks oteliyken, diğeri Madrid'in tarihinde kadınların tek başlarına çay içebildikleri ilk mekân olduğu için ünlenmiş. Westin Palace'ın cam kubbeli, ışık güzeli Yuvarlak Salonu'nda casuslar, film yıldızları ve yazarlar da boy göstermiş. Burada kahvemi yudumlarken Joaquín Rodrigo'ya Dulcinea'ya Hasret adlı yapıtı nedeniyle Cervantes Ödülü verildiğini hatırlıyorum. Dünyanın en ünlü romanlarından biri olan Don Kişot'un yazarı Cervantes'in mezarı Convento de las Trinitarias Kilisesi'nde bulundu ve ziyarete açıldı.

 

Madrid, sanat değeri açısından beni heyecanlandıran bir kent… Prado, Thyssen-Bornemisza ve Reina Sofía müzeleri Picasso'dan Dali'ye, Goya'dan El Greco'ya kadar resim tarihinin büyük ustalarının başyapıtlarıyla dolu. Üç müze de Cibeles Çeşmesi'ne yürüyerek beş on dakika mesafede. Rodrigoların gezmekten keyif aldıkları Salamanca semti, Madrid'in zenginliğinin göstergesi gibi. Serrano Sokağı pahalı mağazaları ve restoranlarıyla alışveriş meraklılarının yolunu gözlüyor. Recoletos Bulvarı'nda, entelektüelleri mıknatıs gibi çeken Café Gijón var ve Almirante Sokağı'nda ülkenin en ünlü moda evleri sıra sıra dizili. Onları geçip Café El Almirante'de bir tür sandviç olan bocata yemek için mola veriyorum. Sonra metroya binip Puerta del Sol'daki kocayemiş ağacının meyvelerine uzanan siyah bronz ayı heykelinin önünde buluyorum kendimi. Altı yedi koldan meydanı kesen sokaklara girip çıkan binlerce insanın yaydığı yüksek enerji başka kentlerdekine benzemiyor. Gran Vía'daki kalabalık ise elbise, takı, ayakkabı seçme derdinde. Bu caddede mimarinin gözdeleri olan yapılar dikkatimi çekiyor. Edificio la Estrella, Telefónica, Edificio Grassy bunlardan birkaçı.

 

Geldiğim yoldan dönüp Plaza Mayor'a varıyorum. Revaklarının içindeki tasarım mağazalarının birinden, Velázquez'in Las Meninas (Nedimeler) tablosunun heykelciklerini satın alıyorum. Meydandaki Casa de la Panadería'yı süsleyen resimleri fotoğrafladıktan sonra III. Felipe'nin atlı heykelinin yanından geçip Mercado de San Miguel'e gidiyorum. Camdan yapılmış bu pazarın içindeki yiyecek çeşitliliği atıştırmalık seven müşterileri mest ediyor. İstiridyeler, karidesler, suşiler, tapas ve paellalar görenlerin iştahını kabartıyor. Görkemden hoşlananlar buradan çıkıp Kraliyet Sarayı'na gidebilirler. Saray melek ve çiçek tasvirleriyle bezeli Porselen Salonu, Gasparini Salonu, Taht ve Yemek salonları, eczane ve silahhanesi ile geçmişte kalan İspanyol aristokrasisinin kartviziti gibi duruyor.                                                                          

 

Bense Atocha Garı'na doğru yürümeye başlıyorum. Yarım saat sonra da trene binip Madrid'e 50 km uzaklıkta, Endülüs yolundaki Aranjuez kentine gideceğim. Oradaki saray bahçelerinde uzun uzun yürüyeceğim. Bizlere eşsiz bir gitar konçertosu armağan eden, gözleri görmeyen besteci Joaquín Rodrigo ile İstanbul'da doğan karısı Victoria'yı sevgiyle anmak için...   (Yazım ve noktalamayı korudum.)                                                          

 

ŞEMSETTİN SAMİ İÇİN

Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî’de, noktalama işaretlerinin Fransızca karşılıklarını Arapça sözcüklerle o dönemin yazımına aktarmak ister. Örneğin Fransızca “virgule” (virgül) sözcüğü için “fasıla”yı kulanır:

 

fasıla                 virgule                       ,

müfreze            point et virgule         ;

kâtia                  point                          .

sariha                deux points               :

râbita                 rait d'union             –

fârika                  trait horizontal        -

mu'terize            pranthese              ( )

tefrikiyye             crochets                [ ]

mümeyyize          guillemets            « »

istifhâmiyye       point d'interrogation ?

taaccübiyye       ponit d'exclamation   !

nikât-i takdiriyye      points de suspension      ...

bend                  pharagrafe                §

yıldız                   asterisque                 *

Arapça sözcükleri kendisi mi uydurmuş yoksa Araplar bu sözcükleri o dönemde kullanıyorlar mıydı? Arapların kullandıklarını sanmıyorum. Bunları uyduran Semsettin Sami’dir çünkü Fransızların “asterisque” (asterisk) dedikleri işareti Türkçe bir sözcükle, “yıldız”la  karşılamıştır.

 

Şemsettin Sami’nin bu tutumu yadırganmamalıdır. Şinasi'nin Arapça "dinsel topluluk" anlamındaki "mılla"dan millet’i uydurduğu, Namık Kemal'in Arapçanın "hurrıyat"ını hürriyet yaptığı dönemde Şemsettin Sami'nin Fransızcadan alınan noktalama işaretleri için Arapça karşılıklar önermesi, olağan bir tutumdur.

 

Şemsettin Sami (1850-1904), o dönemin Osmanlı kültürüne Batı’nın birçok kültürel ürününü aktarmak için canla başla çalışır. Yirmi iki yaşındayken Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı yazması da (1872) "ilk" olmanın onurunu taşır. Kimileri şöyle der: "Bizde ilk roman 'Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tır ama ilk 'edebî roman' (Ne demekse!) Namık Kemal'in 'İntibah'ıdır." Böyle saçma yargılar bizim yazın öğretmenleri arasında dolaşır durur. Romanın "edebî"si, edepsizi(!) olur mu? Bir anlatıya "roman" diyorsan o, yazının (edebiyat) alanındadır artık. Üstelik Şemsettin Sami'nin romanı, romantik romanın (içinde natüralist izler taşısa da) bütün özelliklerini taşır.  

 

Şemsettin Sami, saygıdeğer bir insandır. Onu Kamus-ı Türkî’yle anmak da değerbilirliktir.

bottom of page