top of page

HOCA NASRETTİN’İ VE MEVLANA’YI YENİDEN ÖĞRENMEK

Prof. Dr. Halil İnalcık
Prof. Dr. Mikail Bayram

Yaklaşık iki aydır kafamda bir savaş var: Ahi Evren Hoca Nasrettin’le Mevlana Celalettin Rumi savaşı.Kafamdaki bu savaşı başlatan, ünlü tarihçi Halil İNALCIK oldu. Halil İnalcık’ın OSMANLI TARİHİNDE İSLAMİYET VE DEVLET’ini okuyordum. 47. sayfadaki şu bilgiler beynimde savrulmaya başladı:

“Türkiye ahî teşkilatının kurucu­su Nasireddîn Evren (Evran), 13. yüzyıl başlarında Bagdad’dan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sûfî arasında idi. Bu âlimler, fütüvvet erbabının dostu I. Alâeddin Keykubad’ın (1221-1237) himayesi altında idiler. Oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenen Alâeddin’den sonra Nasireddîn hapse atıldı. Şehirde en kalabalık işçi grubu debbagların şeyhi olan Nasireddîn’in Babaîlerle ve Türkmenlerle yakınlığı vardı. Ahî Evren tasavvuf ve felsefe üzerinde eserleri olan bir âlimdir. Asıl adı Hoylu Şeyh Nasired­-dîn Mahmud’dur. Hocası ve kayınpederi fütüvvet akımının büyük şeyhi ünlü sufî Evhadü’d-dîn Kirmânî’dir. Kirmanî’nin Anadolu’da birçok şehirde halifeleri ve zâviyeleri vardı. Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitap eden Celâleddin Rumî ile halk adamı Türk­men merkezi Kırşehirli Ahî Evren arasında düşmanlık vardı.” (s. 47.)

 

Bütün öğrendiklerim, okuduklarım yalan mıydı? Ahi Evren olarak bilinen kişi aslında bizim NASRETTİN HOCA olarak bildiğimiz kişi miydi? Mevlana Celalettin Rumi’nin altı çiltlik MESNEVİ’sini yıllar önce okumuştum; “Mesnevi”nin ilk sayfalarında, bu eseri kendisine Tanrı’nın yazdırdığını söylediğini görmüştüm, bu yüzden kimi mevlevilerin “Mesnevi”yi “Kur’an”la eş gördüklerini de biliyordum. Kafam karmakarışıktı.Güvenilir kaynak aramaya başladım çünkü tarihin karartılmış sokaklarında dolaşmak için iyi bir fenere gereksinimim vardı. Aradığım feneri buldum. Prof. Dr. Mikail BAYRAM’ın SOSYAL VE SİYASİ BOYUTLARIYLA AHİ EVREN-MEVLANA MÜCADELESİ adlı bir kitabı varmış meğer; kitap, 2012’de yayımlanmış. Kitabı edindim. Okumaya başladım. Okuma, yeni okumaları da zorunlu kıldı. “Mesnevi”nin II, V. ve VI. ciltlerini, Mevlana’nın “Divan-ı Kebir”ini yıllar sonra yeniden okudum. Önceki okumamda anlayamadığım, anlam veremediğim birçok şey, yerine oturdu. Okudukça kafamdaki belirsizlikler yavaş yavaş kayboldu. A. Kadir”in “Mevlana”dan çevirdiği:

“Düşman saçma sapan laflar eder,

Duyar can kulağım.

Benim için kötü şeyler düşünür,

Görür can gözüm.

Üzerime köpeğini salar,

Isırır köpek ayağımı.

Çok acılar çekerim, çok acılar.

Köpek değilim, onu ısıramam,

Isırırım dudağımı.”

dizelerdeki “düşman”ı, “o dönemin sofuları” sanıyordum. Değilmiş. Mevlana’nın “düşman” dedikleri, o dönem yaşasaydım benim dostlarım olacaklarmış. Çok şaşırdım çok!

NÂZIM HİKMET HAKLI: HOCA NASRETTİN GİBİ AĞLAYAN, BAYBURTLU ZİHNİ GİBİ GÜLEN ANADOLU HALKI

Nâzım, Nasrettin Hoca’yı “ağlayan” sözcüğüyle niteler.

 

Ben bu nitelemeyi açıklarken XIII. yüzyılı gerekçe gösterirdim eskiden. XIII. yüzyılda Moğolların Anadolu halkına çektirdikleri çileleri anlatırdım. Moğollar, Anadolu’da ele geçirdikleri yerleşim yerlerinde (Erzurum, Kayseri, Kırşehir vb.) bütün erkekleri, gebe kadınları ve erkek çocukları öldürmüşler; kadınları ya tutsak etmişler ya da onlara tecavüz ederek onlardan doğacak çocuklarla Moğol soyunu sürdürmeyi amaçlamışlardır.

Bir de bu yüzyılda beş yıl süren kıtlık…Anadolu topraklarına beş yıl yağmayan bir damla yağmur… İnsanları çaresiz bırakan, Yunus’a:

Bir garip ölmüş diyeler

Üç gün sonra duyalar

Soğuk suyla yuyalar

Şöyle garip bencileyin

dizelerini yazdıran kıtlık… Yunus’u Tanrı’ya isyan ettiren kıtlık…

“Moğollardan kaçan Hârzemlilerin Selçuklular tarafından doğu ve sınır bölgelerine yerleştirilmeleri, Moğol akınını Anadolu’ya yöneltmiş, Anadolu, XIII. yüzyıldan XIV. yüzyılın ilk senelerine kadar dalga dalga gelen Moğol ordularıyla çiğnenmişti. Halk, yalnız Moğollar tarafından öldürülmüyor; iç kavgalardan da canından oluyordu. Moğol ordusunu, sarayı, vezirleri, beyleri, divanı elçileri, isyan edenleri besleyen ve ölmemeye çalışan, ancak halktı, hem de savaşlardan, katl-î âmlardan kurtulabilip sağ kalan kılıç artığı halk. Herkes herkesten şüphelenmekteydi. Padişahlar bile mevkilerini korumak için Moğollara sığınıyorlar; beyler bile padişahların yakınlığını, Moğollara sığınmakla sağlıyorlardı ve bütün bu sığınmalarda iş gören paraydı, yalandı, iftiraydı. Ülkede din adına, adalet adına, sadakat adına hüküm süren zulümdü.

1299’da olduğu gibi yağmursuzluktan meydana gelen büyük kıtlıklar, halka ölü insan etini bile yediriyordu. Yaşayış çekilmez bir yük olmuştu; herkes ümidini Tanrı’ya bağlamıştı artık. “ (Abdülbaki GÖLPINARLI, YUNUS EMRE HAYATI VE BÜTÜN ŞİİRLERİ, İş Bankası Yay.)

Yâ ilâhi ger suâl itsen bana

Bu durur anda cevabım uş sana

Ben bana zulm eyledim itdim günah

N'eyledüm n'itdüm sana iy padişah.

Gelmedin hakkımda benüm kem didün

Toğmadın, âsî beni-âdem didün

Ben mi düzdüm seni, sen düzdün beni

Pür-ayıb nişe getürdün iy ganî

Habs içinde ölmeyeyin diyu aç

Mismil ü murdar yidüm bir iki kaç

Nesne eksüldi mi mülkünden senün

Geçdi mi hükmüm ya hükmümden senün

Rızkını yiyüp seni aç mı kodum

Ya yiyüp öynüni muhtaç mı kodum

[Ey Allah, eğer bana sorsan,

İşte sana yanıtım budur:

Ben kendime eziyet ettim, kötülük eyledim

Ey Padişah sana ne yaptım?

(Dünyaya) gelmeden (önce) benim için kötü dedin.

Doğmadan (önce) bana isyancı insan oğlu dedin.

(Bu) hapishane içinde, aç ölmeyeyim diye,

(Elime geçen) birkaç, temiz ve pis (nesne) yedim.

Senin ülkenden (bir) nesne eksildi mi?

Benim egemenliğim senin egemenliğini geçti mi?

Rızkını yiyerek seni aç mı bıraktım?

Ya da öğününü yiyip seni (başkalarına) muhtaç mı ettim?]

Nasrettin Hoca’nın “ağalayan” olarak anılmasını işte bunlara bağlardım.

Yalnızca bunlar değilmiş Hoylu Şeyh Nasired­-dîn Mahmud’u yani şu bizim Ahi Evren Hoca Nasrettin’i ağlatan.

ADI UNUTTURULMUŞ BİR TARİHSEL KİMLİK: AHİ EVREN NASRETTİN HOCA.

Sözü önce bu konuya yaşamının kırk yılını adamış bir bilim adamına, Prof. Dr. Mikail BAYRAM’a, onun SOSYAL VE SİYASİ BOYUTLARIYLA AHİ EVREN-MEVLANA MÜCADELESİ (NKM Yay., 3. baskı, İstanbul, Mart 2012.) adlı kitabına verelim:

“Türkiye Selçukluları devrinin iki ünlü şahsiyeti, Ahi Teşkilatı’nın ku­rucusu Ahi Evren Hace Nasirü'd-din Mahmud(Ahi Evren) ile onun muasırı ünlü şair ve Mutasavvıf Mevlana Celalü'd-din-i Rumi arasındaki fikri, siya­si ve sosyal ilişkiler, bu çalışmanın esas konusunu teşkil etmektedir. Mevla­na’nın muhtelif eserlerinde baş düşmanı olarak nitelediği ve feylesof bir kişi olarak tanıttığı Hace Nasirü'd-din Mahmud hakkındaki anlattıklarını ve id­dialarını sunmaya geçmeden önce onu yeterince tanıtmamız gerekmektedir. Çünkü Mevlana çok iyi bilinen ve tanınan bir şahsiyet olmasına rağmen Ahi Evren Hace Nasirü'd-din Mahmud siyasilerin yani Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin ve fikren kendisine muhalif olan çevrelerin gadrine uğrayarak planlı bir şekilde tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edil­miş, eserleri başkalarına nisbet edilerek adı ve sanı unutturulmaya ve izleri yok edilmeye çalışılmıştır. Bundan dolayı tanınmamış ve hakkında çok az şey bilinen bir şahsiyet olarak kalmıştır.” (s. 43.)

1. Ahi Evren Şeyh Nasîrü’d-din Mahmut’un yani Ahi Evren Hoca Nasrettin’in tam adı, ŞEYH NASÎRÜ’D-DİN EBÜ’L-HAKÂYIK MAHMUT BİN AHMET EL-HOYİ’dir. Bu ad, onun Azerbaycan’ın HOY kasabasında doğduğunu, lakabının NASÎRÜ’D-DİN, künyesinin EBÜ’L-HAKÂYIK, asıl adının MAHMUT, babasının adının da AHMET olduğunu gösteriyor.

“Hoy ve çevresi, Sultan Tuğrul zamanından beri Türkmen yerleşim böl­gesidir. Anadolu fethedilmeden önce bu bölge Selçukluların askerî yığınak merkezi idi. … Anadolu Selçukluları zamanında Azerbaycan'dan Anadolu'ya gelip yerle­şen pek çok Türkmen derviş ve bilim adamı vardır. Ahi Türk ve Ahi Başara kardeşler (Urmiyeli), Fakih Ahmed (Esbustlu), Abdal Musa (Hoylu), Ge­yüklü Baba (Hoylu) vs. bunlardan birkaçıdır. Hoy ve çevresinde Baba ve Ata diye anılan (San Baba gibi) yatırlar da o dönemde Türkmen dervişlerin o bölgede faal olduklarını gösterir.” (yagy, s. 44)

2. Ahi Evren Hoca Nasrettin, 1171’da doğmuş; 1 Nisan 1261’de öldürülmüştür. İlköğrenimini Azerbaycan’da yapmış, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir’e gitmiş, buralarda büyük bilginlerden, en önemlisi de Herat Kadısı Fahru'd-din-i Râzi'den ders almıştır. 1204’te ya da bir iki yıl önce Bağdat’a gelmiş, burada Şeyh Evhadü'd-din-i Kirmanî ile tanıştırılmış ve yaşamının sonuna kadar ona bağlı kalmıştır. Kirmanî’nin yardımıyla 34. Abbasi Halifesi en-Nasır li-Dinillah'ın kurduğu Fütuvvet Teşki­latı'na girmiştir. Bağdat’ta bilgisini ve kültürü genişletmiş, dönemin bütün bilim dallarında önemli bilgiler edinmiş; daha sonra tefsir, hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi dinsel alanlar yanında felsefe ve tıp alanında da sivrilmiş ve bu konu­larda yapıtlar vermiştir.

1204’te Anadolu’ya gelmiş, kısa bir süre sonra Kayseri’ye yerleşmiş, burada “debbağ” (deri işleme) atölyesi kurmuş ve birçok debbağ ustası yetiştirmiş ve AHİ TEŞKİLATI’nı burada kurmuştur. Kayseri’de devletin desteğiyle “sanayi sitesi” kurulmuş, debbağ (deri işleme ustası) olan Ahi Evren, debbağların ve bütün zanaatçıların piri olarak anılmıştır.

3. “Sultan I. Alau'd-din Keykubad'ın Ahi Teşkilatı’nı himaye etmesi sonucu Ahilik bütün Anado­lu'ya yayıldı. Ahi Evren'in ünü teşkilatla birlikte Anadolu'da yayılmaktay­dı. Bu sırada Ahi Evren, Kirmani'nin kızı Fatma Hatun ile evli bulunuyor­du. Fatma Hatun, Bektaşiler arasında "Kadın Ana", "Kadıncık Ana" diye tanınmıştır. Ahi Evren, Kayseri'de bulunduğu sırada eşi Fatma Hatun va­sıtası ile "Baciyan-ı Rum" (Anadolu Bacıları) teşkilatını kurdu.” (yagy, s. 54.)

4. 1227’de “Sultan I. Alaü'd-din Keyku­bad’ın isteği ile Konya'ya yerleşen Ahi Evren Hace Nasirü'd-din, burada da hem san'atını icra ediyor hem de Hanikah-ı Ziya ile Hanikah-ı Llla'nın mü­derrisliğini yürütüyordu. Etrafında çok sayıda mu'teber talebeleri vardı. Sultan Alaü'd-din'den azami destek ve himaye gören Ahi Evren, bu sultan adına bazı eserler de kaleme almıştır. Onun hizmetine tahsis edilen Hanı­kâh-i Lala'da Selçuklu Sarayı'na mensup çocuklara ve şehzadelere mual­limlik yapıyordu. Bu yüzden ona Lala deniliyordu.” (yagy, s. 54.)

Ahilerin ve Türkmenlerin destekçisi I. Alaaddin Keykubat’ı, 1237’de oğlu II. Gıyasettin Keyhüsrev bir suikastle öldürdü. II. Keyhüsrev ve veziri Saadettin Köpek, Ahilere ve Türkmenlere cephe aldılar. II. Keyhüsret, veziri Sadettin Köpek’i kendisine suikast planladığı gerekçesiyle öldürttü ve kendi iktidarına karşı oldukları gerekçesiyle Ahi Evren’le birlikte birçok Ahi ileri gelenini, Baba İlyas-ı Horasani’yi de tutuklattı; kimilerini de öldürttü.

BABAİLER İSYANI

Bu tutuklama ve öldürmeler, Ahi ve Türkmen çevrelerin ayaklanmalarına yol açtı.

“Tam bu sırada Baycu komutasındaki Moğol Ordusu, Anadolu'ya girdi. Sultan II. Gıyasü'd­ din'in topladığı 80 bin kişilik bir ordu. Kösedağ mevkiinde Moğol ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı(1243). Anadolu'da ilerlemeye devam eden Moğol ordusu, Tokat ve Sivas'ı savaş yapmadan teslim aldı ve bu iki mamur şehri yağmaladı. Fakat Kayseri'de karşılarında Ahileri buldular. Ahiler 15 gün şehri kahramanca savundular. Burada Ahiler Kayseri Subaşı­sı Ermeni asıllı (Muhtedi) Hacok oğlu Hüsamü'd-din'in ihanetine uğradılar. Onun rehberliğinde şehre girmeyi başaran Moğollar, büyük bir tahribat ve katliam gerçekleştirdiler. Pek çok Ahi'yi katlettiler ve Ahiler'e ait ev ve iş yerlerini yakıp, yıkıp yağmaladılar. On binlerce Ahi ve Bacı’yı esir edip gö­türdüler. Bu hazin olayın vuku bulduğu tarihte (1243) Ahi Evren Hace Nasirü'd-din Konya'da tutuklu bulunuyordu. Fakat eşi Fatna Bacı Moğol­lara esir düştü. Bu olaydan sonra merkezi Kayseri olan Ahi ve Bacı Teşki­latı dağıldı. II. Giyasü'd-din Keyhüsrev'in ölümünden sonra (1245) sal­tanat naibliğine getirilen Celâlü'd-din Karatay, bir genel af kanunu çıkara­rak II. Giyasü'd-din zamanında tutuklanmış olan Ahi ve Türkmen ileri ge­lenlerini serbest bıraktı. Bu af yasası ile beş seneden beri tutuklu bulunan Ahi Evren de serbest bırakıldı.” (yagy, s. 55.)

NOT: Hanikâh: Geniş yerleşimi olan tekke, bir tür dergâh.

DENİZLİ’YE GÖÇÜŞ, KONYA’YA DÖNÜŞ, ŞEMS’İN ÖLDÜRÜLMESİ

Ahi Evren Hoca Nasrettin, hapisten çıktıktan sonra Denizli’ye yerleşir. Denizli’de bir buçuk yıl kalır. Sultan II. İzzü'd-din Keykavus’un çağrısıyla Konya’ya döner ve Sultan Keykavus onu vezir yapar. Bir buçuk yıl Keykavus’un veziridir. Onun vezirliği döneminde, 1247’de Mevlana’nın hocası ŞEMS-İ TEBRİZÎ öldürülür.

ŞEMS-İ TEBRİZİ, KALENDİRİLİK VE KAYSERİ KATLİAMI

Şems-i Tebrizî, Mevlana Celalettin Rumi’nin “hoca”larından biridir. “Mevlana, engin bir aşk ile ona bağlanmış, ölünceye kadar onu unutmamıştır. Bu iki mutasavvıf arasındaki bu aşk ve muhabbet yedi yüz yıldır Anadolu'da ve Anadolu dışında bir aşk destanı gibi yazılı ve sözlü olarak anlatıla gelmiş ve hâlâ anlatılmaktadır (yagy. s. 155.).”

Tebrizî’nin MAKALAT adlı bir yapıtı vardır.

Tebrizî, “… bir Kalenderi şeyhidir. Anadolu'daki Kalenderi dervişle­re 'Cavlaki' denir. Bunlar Kalenderliği yeniden organize eden ve bu hare­kete yeni bir soluk veren Şam'da sahabi Bilal-i Habeşi'nin mezarında ikâmet eden Şeyh Cemalü'd-din-i Savi’ye mensup idiler. O dönemde Anadolu'da çok yaygındılar. (yagy., s. 172.).”

“O dönemde İslam aleminin hipileri olan ve bahşılara benzeyen Kalenderler köy köy, kasaba kasaba dolaşıyor, kendilerine şiş batırma, ateşle oynama gibi oyunlar sergileyerek halkın ilgisini çekiyorlardı. Bu uygulama­ları ile Moğolların da ilgisini çekmişlerdir. Anadolu'daki Bu Cavlakiler kaş­larını, saçlarını, bıyık ve sakallarını ustura ile tıraş eder, ellerinde keşkül, bellerinde zenbil köy ve kasabalarda gezer hariku'l-ade oyunlar sergileye­rek halkın ilgisini çeker, dilencilikle geçinirlerdi. Böyle bir yaşayışta olmala­rından dolayı Ahiler onlarla ve bu uygulamalarıyla mücadele ediyorlardı. Çünkü Ahilere göre tufeyli (Asalak) yaşamak haramdır. (yagy., s. 174.).

“Moğol istilasının başladığı zamanlarda İslam aleminde gayet yaygın olan bu Kalenderi dervişler, bu uygulama ve yaşayış biçimleri ile Moğolla­rın ilgisini çekmişlerdir. Onların tabiatüstü olduğuna inandıkları güçlerin­den yararlanmak duygu ve düşüncesi ile onlara yakın olmak istemişlerdir. Onları hoş tutmaya çalışmışlardır. Moğollarla bu Cavlakiler arasında siyasi bir ittifak meydana geldiği de görülmektedir. Baycu Noyan komutasındaki Moğol öncü birlikleri Anadolu'ya girdikleri zaman Cavlaki dervişlerin de Moğol ordusunda yer aldıkları ve Moğollarla birlikte savaşlara katıldıkları görülmektedir. Kösedağ'da Moğol ordusunun ön saflarında bu Cavlaki dervişler bulunuyordu. Keza Kösedağ yenilgisinden sonra Moğollar Kayse­ri'yi muhasara ettikleri zaman Cavlaki dervişler şehrin surlarından gedik açmaya çalışıyorlar ve mancınıkları kullanıyorlardı. Bu savaş sonunda Moğollar şehre girmeyi başardılar. Şehri ateşe verdiler. Moğollara karşı şehri savunan Ahi Teşkilatı üyeleri ve Bacı Teşkilatının üyeleri olan genç kız­lardan on binlerce insanı katlettiler veya esir alıp götürdüler.Tabii Moğollar bu dehşet verici katliamı yaparlarken Moğollarla birlikte şehri döven ve surlarda gedik açmaya çalışan Cavlakiler, onları seyretmiyorlardı. Hiç şüphesiz onlar da Moğollarla birlikte bu katliamı gerçekleştirmişlerdir.

Kayseri'de cereyan eden bu olay sırasında bir Kalenderi şeyhi olan, Şems-i Tebrizi de buradaydı ve müridleri ile birlikte Moğolların yanında bulunuyordu. Çünkü o Konya'ya gelmeden önce Kayseri'de bulunuyordu. 1234 yılından birkaç yıl öncesinde Kayseri'deki Battal Mescidi'nde itikafa çekilen Evhadü'd-din-i Kirmani ile takışmaları olmuştu. (yagy., s. 174.).”

“Bu savaşta öldürülen ve esir edilen on binlerce Ahi ve Bacılar, Ahi Evren Hace Nasirü'd-din'in talebeleri ve dostlarıydılar. Eşi Fat­ma Hatun da bu savaşta Moğollara esir düştü ve on üç sene Moğolların elinde esir kaldı. Bu olayın vuku bulduğu sırada Ahi Evren Hace Nasi­rü'd-din, Konya'da tutuklu bulunuyordu. (yagy., s. 175.).”

Şems-i Tebrizî’yi öldürtmesinde bu olay, etkili olmuştur.

MEVLANA’NIN MOĞOLLARIN YANINDA YER ALMASINI SAĞLAYAN DA ŞEMSİ TEBRİZÎ’YDİ.

Tebrizî, bu katliamdan birkaç ay sonra “Konya’da Celalü'd-din Muhammed el­ Belhi’yle (Rumi) (Mevlana) tanışmış ve onu derinden etkilemiştir. Şems'le tanışmadan önce o, bir müderris ve ilk hocası olan babası Baha Veled tarzında bir mutasavvıf idi. Şems'in etkisi altına girdikten sonra, onu tanıdığımız, biçimlendirdiğimiz tarzdaki mutasavvıf ve şair vasfını kazanmıştır (yagy., s.157.).”

ŞEMSİ TEBRİZİ’Yİ KİM, NEDEN ÖLDÜRTTÜ?

1. Moğollar, Anadolu’daki Türkmenleri ve Ahileri kendileri için tehlikeli görüyorlardı. Ahilerin ekonomik güçleri vardı ve Türkmen halkına dayanıyorlardı. Üstelik Ahilerin “seyfî” olanları da silahlı ve savaşçıydılar. Moğollar, kendileri için tehlikeli gördükleri bu gücü kırmak için onların karşısında yer alanları destekliyorlar; bu karşıt güçleri birbirleriyle mücadele etmeye, savaştırmaya çalışıyorlardı.Anadolu’daki varlıklarını ancak böyle koruyabileceklerine inanıyorlardı. Cavlakileri de bu nedenle desteklemişlerdi.

Şems’in öldürülmesindeki birinci etken, Moğolların yarattığı bu çatışma ortamıdır.

2. “Şems-i Tebrizi 1244 yılında Konya'ya gelince Mevlana, henüz 15 yaşında bulunan Kimya Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems-i Tebrizi'ye nikahladı. Bu sırada Şems en az 60-65 yaşların­daydı. Oysa Kimya Hatun, Mevlana’nın oğlu Alaü'd-din Çelebi'yi seviyor­du. Alaü'd-din Çelebi de ona âşıktı. Onlar evlenmeyi düşünüyorlardı. … Kimya Hatun, Şems’le olmak istemiyordu. Şems ise ona çok düşkündü ve onsuz olamıyordu. Bu uyumsuzluğun sonucu olarak Kimya Hatun zaman zaman Şems'i terk ediyor, bir yerlere gidiyordu. Mevlana ve yakınları Kimya Hatun'u aramaya çıkıyorlar, onu bir yerlerden bulup Şems'e getiriyor­lardı. Muhtemelen Kimya Hatun'un bu davranışından Alaü'd-din Çelebi sorumlu tutuluyordu. Nihayet bir defasında gene Kimya Hatun, Şems’ten izinsiz bir yerlere gitmişti. Şems bunu duyunca canı çok sıkıldı, öfkelendi. Şems'in bu hâlini gören Mevlana, yakınındaki hanımlara acele Kimya Hatun'u bulup getirmelerini emretti. Bir süre sonra onu bulup getirdiler. Ahmed Eflaki'nin anlattığına göre Kimya Hatun eve gelince bir anda boyun ağrısına yakalandı. Boynu sağa sola dönmüyor, müthiş ızdırap çekiyordu. Bu ızdırabın şiddeti ile üç gün içinde öldü (yagy., s. 176.).”

Şems, bu olaydan sonra 1246’da Konya’yı terk etti; izini kaybettirdi. Şems’in Konya’yı terk etmesi, Kimya Hatun’u döverek öldürmüş olabileceği kuşkusunu uyandırıyor. Mevlana, Şems’in Şam’da olduğunu öğrenir ve oğlu Sultan Veled’i onu getirmesi için Şam’a gönderir. Şems gelir, Mevlana da Şems’ine kavuşur; bu kavuşmayı birkaç şiirinde coşkuyla anlatır.

Mevlana’nın oğlu Alaettin (Alaü'd-din) Çelebi’nin Şems’in öldürmesinde etkin olmasının bir nedeni de budur. Alaettin Çelebi, “bu suçu işlediği için babasına asi olmuş ve aile ocağından tarde­dilmiş ve evlatlıktan atılmıştır (yagy., 177.).”

3. “Şems-i Teb­rizi'nin, kendisi gibi bir kalenderi şeyhi olan Şam'daki Ali Hariri gibi livata fi'lini [oğlancılık, genç erkeklerle cinsel ilişki] işlemesi de ona karşı muhalefetin ve dedikoduların şiddetlenmesine sebep olmaktaydı (yagy., s. 179.).”

“Bu uygulamanın Selçuklular devri Konya'sında büyük bir rahatsızlığa sebep olduğunu düşündürmektedir. Bu kötü fı'lin uygulayıcıları da Cavla­kiler idi. O günün yöneticileri de bu uygulamayı toplumsal bir problem ola­rak görmüşlerdir. Şems'in bu uygulamayı Konya'ya getirmiş olmasının ya­nında Moğol iktidarı savunuculuğu yapmasının da ona karşı şiddetli bir muhalefetin meydana gelmesine yol açtığı muhakkaktır. Şems ise Moğol­lar'a çok güvendiği için olacak ki gayet pervasızca hareket ediyor ve bir yerde kendisine karşı tepkilere aldırış etmiyordu. Toplumun inançlarını cılklaştırmaya çalışıyordu. Bu bakımdan onun sözlerine ve davranışlarına tahammül etmek kolay değildi. (yagy., s. 179.).”

NOT: Prof. Dr. Mikail BAYRAM, Ahi Evren Hoca Nasrettin’le Mevlana arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi belgelere dayanarak anlatırken kimi zaman, ARİFLERİN MENKIBELERİ adlı yapıttan söz eder.

ARİFLERİN MENKIBELERİ (Manakib al - Arifin) (çev. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yay., İstanbul 1973), AHMET EFLAKİ’nin yazdığı bir yapıttır. EFLAKİ, bu yapıtını Mevlana Dönemi’ne yakın bir zamanda yazmıştır. Yapıt, bu yönüyle önemlidir çünkü o dönemin en önemli tanıklarından biridir ama Eflaki, bir Mevlana hayranıdır; koyu bir Mevlevi’dir. Üstelik yapıt bir “menakıpname”dir.

Menakıpnamelerde gerçekle düş iç içedir. Menakıpname yazarları anlattığı kişiyle ilgi halkın arasında yaygınlaşan düş ögeleri de gerçekmiş gibi anlatırlar. Bu yüzden yapıtta kimi anlatımlarda yan tutma ve anlatılan kişiyle ilgili “mucize”ler vardır. Eflaki, Mevlana’nın “düşman”larını da kendi düşmanıymış gibi anlatır. Bu, bir yanıyla tarihsel bir gerçeğin de ortaya çıkmasını sağlamıştır çünkü Mevlana’nın düşmanlarını öğrenmek, Mevlana’yı öğrenmenin ilk anahtarıdır.

MEVLANA’NIN DÜŞMANLARI KİMLERDİ? MEVLANA “MESNEVİ”Yİ NEDEN, NASIL YAZDI?

Mevlana’nın düşmanları kimlerdi?

ÂHİ EVREN HACE NASIRÜ’D-DİN MAHMUT (AHİ EVREN HOCA NASRETTİN), Mevlana’nın bir numaralı düşmanıydı.

Mevlana birçok şiirinde bunu açıkça belirtir.

Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut, Mevlana’dan en az otuz beş yaş büyüktür. Debbağdır (Deri işleyicisi, bugünkü adıyla “dabak”.). Kayseri’de Âhi Teşkilatı’nı kurmuş ve Âhilik, Sultan Alaettin Keykubat’ın yardımı ve koruyuculuğuyla bütün Anadolu’ya yayılmış; Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut da hem debbağların hem bütün zanaatçıların (esnafın) yani ÂHİLERİN PİRİ olmuş; Âhi Evren adı bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Kirmanî’nin kızı Fatma Hatun’la evlenmiş, Fatma Hatun öncülüğünde BACIYAN-I RUM örgütünü (Anadolu Bacıları) kurmuştur. O dönemde yılan zehrinden ilaç üreten bir halk hekimidir, “evren” (<evir-en) (yılan) sözcüğüyle onun bu özelliği anlatılır. Bu konularda "İlmü't-teşrih"(Anotomi Bilmi) ve "Kitabü'l-efai"(Yılanlar Kitabı) adlı iki kitabı vardır. Bilgindir; Gazali’nin kimi önerilerini, düşüncelerini döneminin ünlü bilginleriyle mektuplaşarak tartışır. On beşin üzerinde kitap yazmıştır. Hoş sohbettir; konuşmalarını gülmece ögeleriyle süsler, insanları güldürürken düşündürür. Mevlana onu bu yüzden “çuha” sözcüğüyle nitelendirir. “Çuha” Arapçada insanları güldüren soytarı anlamında bir sözcüktür.

Altmışlı yaşlarında, Sultan I. Alaettin Keykubat’ın isteğiyle Konya’ya gelmiş (1227); Konya’da bir yandan kendi mesleğini sürdürmüş, bir yandan sarayın ileri gelenlerinin ve sultanların çocuklarına Hanikâh-ı Lala adı verilen yerleşkede öğretmenlik (müderrislik) yapmıştır. Bu yüzden ona LALA da denmiştir. Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut, Konya’da, on yıllık bir süreçte, kendisini, Türkmenleri ve Âhileri koruyan Sultan I. Alaettin Keykubat (Alaü'd-din Keykubad) adına birçok yapıt verir fakat bu yapıtlarda kendi adını açıkça yazmaz. Melamilik tarikatına bağlıdır. Melamiler, yaptıklarıyla övünmezler, Melamilere göre onların yaptıkları Tanrı’nın onlardaki görünümüdür, o eserleri yaratan da Tanrı’dır.

Bu süreçte Mevlana, yirmili yaşlarında, babasının izinde, kendi hâlinde bir mutasavvıftır; şiirle uğraşmaz. Şems-i Tebrizi’den haberi bile yoktur. Mevlana, 1245’in Eylül’ünde, yaklaşık kırk yaşındayken Şems-i Tebrizi’yle (Şems, altmış altmış beş yaşlarındadır.) tanışır. Şems, Mevlana’yı değiştirir; kendisine bağlar. Şems, Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’a, Ahilere ve Türkmenlere düşmandır. Şems’in MAKALAT’ında Hoca Nasrettin’i kötüleyen birçok anlatı vardır.

1243’ten sonra Moğollar, Anadolu’yu kendilerine bağlı yöneticilerle yönetirler. Mevlana, 1245’ten sonra yani Şemsi-i Tebrizi’yle tanıştıktan, ona bağlandıktan sonra Moğollara karşı isyan eden Ahilere ve Türkmenlere düşmanlık besler, Moğolların yanında yer alır. Moğollar da Mevlana'ya da "Şeyhü'r-Rum” (Anadolu Şeyhi) sanını verirler. Anadolu’daki şeyhlerin ve müritlerinin Mevlana’ya bağlanmaları zorunluğunu getirirler. Bağlanmayanların mallarına, tekkelerine, zaviyelerine, vakıflarına el konulur; evleri yıkılır. Birçoğu öldürülür, birçoğu da sürgün edilirler. Kimileri uç beyliklere kaçarlar. [Bunların içinde ABDAL MUSA, HACI BEKTAŞ VELİ ve ŞEYH EDEBALI (Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in kayın babası) da vardır.].

Anadolu’da Türkmenler ve Ahiler birçok kentte bu duruma isyan ederler.

En önemli isyan, Kırşehir’dedir. Bu isyanda en etkili kişi de doksan yaşındaki Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’tur. Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’u ve babasına karşı Hoca Nasrettin’in yanında yer alan Mevlana’nın oğlu Alaettin Çelebi’yi 1 Nisan 1261’de, Mevlana’nın müridi, Moğol yanlısı Nurettin CACA, Kırşehir’de birçok Âhiyle birlikte öldürür.

1261’de Yunus Emre, yirmi bir yaşındadır; büyük bir olasılıkla Konya’ya öğrenim için gelmiştir. Mevlana’yla tanışmış, belki de sohbet etmiştir. Başlangıçta seriat ilkelerine uyan bir Müslüman’dır ama Mevlana ve çevresinin, yoksul ve çaresiz halktan kopukluğunu görmüş, Türkmen çevrelerinin ve Hacı Bektaş Veli’nin yoluna girmiştir. Kimi şiirleri, bu iki karşıt durumun anlatımıdır.

Mevlana’nın MEKTUBAT’ında (Mektuplar) birçok mektup, o dönemin Moğol yanlısı yetkililerine yazılmıştır. Bu mektuplarda Mevlana, şeyhlerin, Ahilerin, Türkmenlerin el konulan dergâhlarının ya da mülklerinin kendisine bağlı kişilere verilmesini, mektup yazdığı kişiyi övgülere boğarak rica etmektedir.

Moğollar, kendilerine karşı olan Ahileri yok etmek için Ahilerin piri olan Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’un adını yok etmek isterler. Hiçbir yerde onun adının anılmamasını sağlarlar. O dönemin tarihçileri onun adını anmaktan çekinirler (Örneğin İbni BİBİ, Şems-i Tebrizi’nin ölümünü bile yazmaz.). Moğolların baskı ve çabalarıyla ölümünden seksen yıl sonra artık Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut adı unutulmuştur. Bu unutturmada Mevlevilerin Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’la ilgili olumsuz söylemleri de çok etkili olmuştur. Böylelikle o dönemden bu güne, Moğolların kolladığı Mevlana’nın adı, Mevlana’nın yapıtları kalır. Âhi Evren Hace Nasırü’d-din Mahmut’tan iki ayrı ad kalır: Biri, Osmanlılarda Ahilerin piri olarak AHİ EVREN, ötekisi ise Türkmen çevrelerinin NASRETTİN HOCA’sı. Oysa bu iki ad, aynı kişinin adının parçalanmış biçimidir.

“MESNEVİ”NİN YAZILIŞI

Mevlana, 1245’ten 1265’e kadar yani yirmi yıllık bir sürede ünlü yapıtı MESNEVİ’yi bölüm bölüm yazar. VI. ciltte, “Mesnevi”yi yazma gerekçesini açıklar. VI. ciltte “Mesnevi”nin tamamlanacağını, bu yapıtı birileriyle mücadele etmek için yazdığını bildirir. Kendisini Nuh Peygamber’e benzetir. Kendisinin de Hazreti Muhammet gibi Allah için savaştığını, düşmanlarının perişan olduğunu söyler. 1261’de Âhi Evren Hace Nasırü’d-din’in öldürülmesi ve Mevlana’nın kendisine düşman saydığı Ahilerin, Türkmenlerin -Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa ve EDEBALI da bunların arasındadır- seslerinin kısılması, Mevlana’nın “Mesnevi”yi bitirmesini sağlar.

“‘Mesnevi’, o devrin magazin haber bülteni niteliğindeydi. Dönemin insanları ‘Mesnevi’deki hi­kâye ve telmihlerde, örneklendirmelerde kimleri kastettiğini, hangi mesajla­rı verdiğini, kimleri yerdiğini, kimleri alaya aldığı ve tahkir ettiğini biliyor­lardı. Başlangıçta kürraseler [birkaç sayfalık bölüm, fasikül] hâlinde yayınlanan ‘Mesnevi’ cüzleri elden ele dolaşıyor, hiç şüphesiz büyük bir ilgi ve zevkle okunuyordu. Eserin manzum olarak ve çok yüksek edebi bir üslupla kaleme alınması edebi çevrele­rin ilgisini daha çok çekiyordu. Bu ilgi Mevlana'nın ‘Mesnevi’yi fasikül fa­sikül yayımlama şevkini arttırıyordu.” (Mikail BAYRAM, AHİ EVREN-MEVLANA MÜCEDELESİ, NKM Yay., İstanbul, 2012, s. 103.)

“Mevlana dönemindeki siyasi, sosyal ve kültürel olaylar ve bu olayların kahramanları olan kişiler tanınınca ‘Mesnevi’deki hikâye ve mesellerde ne­ler anlatıldığı, kimlere ne mesaj verildiği, birtakım sözlerle kimlerin kasdedildiği açıkça belli olmaktadır. Bu cümleden olarak ‘Mesnevi’de ve ‘Divan-i Kebir’de Hace, Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek kendisine en muhalif gördüğü kişiyi ağır bir biçimde tahkir ettiği görülmektedir. Fakat o, bu baş düşmanını ejder, mar (yılan), iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (züri­yetsiz), kundeh, pelid (çirkef), margir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü sıfatlar­la ve tahkir edici sözlerle onu insafsız bir biçimde kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasiru'd-din'dir. Mevlana, zaman zaman bu muhalifini mesleği ile de anmaktadır. Onu dabbağ (derici), Ahi, Yılancı, Da­nişmend (bilge) ve Hace gibi meslek bildiren sözlerle anmakta ve hicvet­mektedir. İşte bu Hace Nasirü'd-din'in (Ahi Evren) Selçuklular döneminde yaşadığı bilinen, Türk kültürünün ünlü mizah ustası, halk filozofu Nasred­din Hoca olduğunu tesbit etmiş bulunuyorum.

Selçuklular zamanında Anadolu'daki sosyal, siyasi ve kültürel ortam ve olaylar takip edilince Mevlana'nın bu hücum ve hakaretlerine, daha doğ­rusu iftiralarına muhatap olanları tesbit etmek kabil olmaktadır. Mevla­na'nın birçok hiciv ve yergilerine Ahi Evren Hace Nasiru'd-din cevaplar vermektedir. Ancak bu karşılıklı sataşma ve hücumlarda Mevlana insaf öl­çülerini aşmakta, edep çizgisini ihlal ederek işi ağır hakaretlere vardırmakta ve hatta inanılması mümkün olmayan iftiralarda bulunmaktadır. Hace Na­siru'd-din ise ilmi ve ahlaki ölçülere bağlı görünmekte ve edep sınırında kalmaktadır. Muhalifini techil etmekten öteye gitmemiştir. Onun şerrinden Allah'a sığınmakta, onlardan dolayı bazı şeyleri yazmaktan çekindiğini ifa­de etmektedir. Oysa Mevlana ağıza alınmayacak küfürlü sözler sarfetmek­ten çekinmediği gibi birtakım iftira ve isnatlarda bulunmuş, çirkin sözler sarf etrniştir. Sultan Veled, babasına ve Şems-i Tebrizi'ye muhalif olan bir çevreden uzun uzun bahseder fakat edep ve insaf çizgisini aşmaz. Ahmed Feridun-i Sipehsalar da bu konuda Sultan Veled'e uymaktadır. Fakat Ah­med Eflaki de bu isnad ve iftiraları Mevlana'nın beyanlarına dayanarak ese­rinde [Ariflerin Menkıbeleri] tekrar etmiş ve Hace Nasirü'd-din'i ve etrafındakileri amiyane bir bi­çimde tahkir ve tezyif ederek kimlikleri hakkında açıklayıcı bilgiler vermiş­tir.” (Mikail BAYRAM, AHİ EVREN-MEVLANA MÜCEDELESİ, NKM Yay., İstanbul, 2012, s. 109-110.)

Bu konuda daha çok bilgilenmek isteyenler şu kaynaklara bakabilirler:

1. Prof. Dr. Mikail BAYRAM, AHİ EVREN-MEVLANA MÜCADELESİ, NKM Yay., İstanbul 2012.

2. İsmail KUYGUSUZ, http://www.ismailkaygusuz.com/.../273-haci-bektas-veli-ve...

3. Prof. Dr. Halil İNALCIK, OSMANLI TARİHİNDE İSLAMİYET VE DEVLET, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2016.

4. İlhan BAŞGÖZ, YUNUS EMRE, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, İstanbul 1999.

4. Abdülbaki GÖLPINARLI, YUNUS EMRE VE TASAVVUF, Remzi Kit., İstanbul 1961.

5. Abdülbaki GÖLPINARLI, MEVLANA CELALEDDİN, İnkılap Kit., İstanbul 1952.

5. Ahmet EFLAKİ, ARİFLERİN MENKIBELERİ I-II, Hürriyet Yay., İstanbul 1973.

NOT: Bu yazıyı Aralık 2021'de Facebook'ta yayımladım.

bottom of page